17 Kasım 2013 Pazar

"Rüyalarımız tek geceye sığamayacak kadar büyük."

Sanırım buralara geri dönüyorum. 20’li yaşlarımın başındaki halimden utanmamaya çalışıp yazdıklarımı silmeyeceğim. Bu gece geri dönüşümüzü Molly Nilsson – Going Places şarkısıyla kutlayalım. Şimdi gözlerinizi kapayın ve karanlıkta uçtuğunuzu hissedin.

İyi geceler.



19 Aralık 2011 Pazartesi

Sonbahar İçin Güzide Uğraşlar: Kediler ve Hortumlar

Blog! Naber canım? J

Seninle az iletişimle sürdürdüğüm seviyeli bir ilişkim var. Önemli olan verimli vakit geçirebilmekte diyorlar. Neyse, cıvıklığa gerek yok. 2011’in ne kadar b.ktan bir yıl olduğuna dair az daha öfke kusup gideceğim. İstersen bir daha adımı bile duymazsın.

Öyle işte şekerim, kısa süreli çalışma hayatım sona erdi. Biraz zorunlu oldu; annem rahatsız ve hastanede. Çıkmıştı, keyfi yerindeydi ama yine yattı. Kendini bilmez bir çeşit enfeksiyon vücudunu hırpalıyor; ama iyileşecek. Hastalığın iyileşme süresi 6 aymış. Daha fazla hastalık muhabbeti yapmayalım, zaten yaklaşık 4 aydır annemle her gün yapıyoruz; adını anma gider diyor J Ben de baba ocağı ana kucağı Zonguldak’a geçici bir dönüş yaptım.

Aslında, sonbaharı memlekette geçirmek güzel bir şey. Yağmur yağıyor, hava kapanıyor, fırtına çıkıyor falan. Hatta 11.11.11 tarihinde hortum çıktı ve dolu yağdı. Valla ev denizin hemen karşısında olduğu için küçük hortumlara şahit olmuştum ama bu dana gibiydi mübarek. Kendimi X-men’in Storm’u sanacaktım, öyle esti gürledi. Sevinç çığlıkları eşliğinde bu görüntüleri kaydettik ama açıkçası, az da olsa saygın bir hayat sürdürebilmek namına ablamla olan şaklabanlığımı internete taşımak niyetinde değilim. Onun yerine dana hortum denizden su çekerken evin balkonundan çekilmiş bir fotoğrafla olayın kafanızda canlanmasına yardımcı olmak isterim.

(bu küçük sinsi hortum, ajanlık yapıp dana'ya istihbarat verdi.)

(hortumun, denizin ve gökyüzünün tek vücut olduğu an)

İşte o mavi şey, gökyüzü deniz karışımı bir şey. O beyaz bulut veya sis mis değil, denizden su çeken hortumun kamerada şekillenebileni. Kameramın belli standartları var, onları aşamıyor. Merak eden buyursun, Kasım 2012’de misafir olsun.

Bir de bu yazıya kazara rast gelen herhangi bir Zonguldak sakini, evin koordinatlarını kestirebilir. Her şey yalan, ben burada yaşamıyorum. Gelmeyin.

Peki, bu hortum bizim kıyılarda sürterken ben ne yaptım?

A. Resim çizdim: Evet, bu gibi zamanlarda sonbahar ruhu dediğim şey yıllık pörtlemesini yaşar ve yaz çocuğu ben, mutlu bir insan olurum. Hatta konsantrasyonum artar ve defter çiziktiririm.

B. Göbeğimi kaşıya kaşıya müzik dinledim: Bunun çok özel bir yanı yok, hep olan bir şey ama bu sezon The Knife ile ilişkimi güçlendirdim. Karin Dreijer Andersson ne pişirse yerim, bir gün de The Knife’a olan duygularımı yazarım, saygı duruşumu gerçekleştiririm. Şimdi özet geçersem;

Sevgili Karin, yıllardır sana olan hayranlığım bit(e)miyor ve seni büyük bir ilgi ve sevgiyle takip ediyorum.

Kadrolu hayranın, Seda.

C. Yemek yapmakta birkaç adım ilerledim: Valla annem hasta olunca işler bana kaldı. Yemek de dâhil. Sırayla (ve sabırla?) hepsinin üstesinden geldim. Patlıcan oturtma yaptığım gün kariyer yapmaktan vazgeçtim; şayet patlıcan ve ilgili yemekler en sevdiklerimdir ve oturtmayı yaptığımda sanki bu dünyada kimseye ihtiyacım yokmuş, başka hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi hissettim. Evet, küçük hesapların kadınıyım ben. Pişman değilim.

D. Limana gidip balık aldım J Haberlerde duymuş olabilirsiniz, bilmem kaç ton balık çıktı etti, Zangıldak bu sezonu pek bereketli geçirdi. Hiçbiri de yavru değildi aldıklarımızın, büyümüşlerdi. Konu komşu pek mutluyduk, biz mutlu bir mahalleyiz. Mutlu olmasak ne yazar? Eksiklikler için yıllardır imza topluyoruz, belediye bizi sallamıyor. Alıştık elimizdekiyle yetinmeye.

E. Bahçemizi yerleşke edinen sokak kedilerin bakımını üstlendim: Annem hastaneye yatınca sahipsiz kaldılar, onları besledim. Kedi çok kötü bir şey, çocuk gibi, ciddi anlamda ilgi bekliyor. Sabahın 06.30’unda babama kahvaltı hazırlamak için kalktığım yetmiyormuş gibi bir de kediler sütünü içiyor mu derdine düştüm. Kieslowski’nin üçlemesinin Mavi’sinde (Bleu) belirttiği gibi sorumluluklarımız bizi özgürlüğümüzden alıkoyar. Janis Joplin de buna yakın bir düşünceyi Me and Bobby McGee şarkısında “Freedom is just another word for nothing left to lose” olarak ifade eder. Diyeceğim o ki kedilerin sorumluluğu benliğimden çok şey götürdü.

Aa, unutmadan. Kedilerden biri bu sonbaharda dördüz doğurdu. Dört tane beyaz kedimiz oldu. İki tanesi annelerine çektiği için babalarından gelen arî ırkları hafif bozuk doğdular. Minik benekleri var, ama biz onları oldukları kişi için seviyoruz. Mark Darcy’nin Bridget Jones’u olduğu kişi için sevdiği bu dünyada bizim kedilere pozitif ayrımcılık gösterdiğimiz söylenemez. Bu arada evet, bence de Colin Firth yakışıklılığının zirvesini havada karada piçleri yenen Mark Darcy karakterinde yaşadı ve bitirdi.

Kedi muhabbetini uzatıyorum ama bunu da anlatayım. Dördüzlerden biriyle önceki nesilden başka bir kedi –ki hesaplarıma göre aynı annenin çocukları bunlar, çeşitli hal ve tutumlar içersindeydi. Ben de o sırada mutfakta yemek yapıyordum ve kedilerle ve hayvanlar âleminin bildiğim kadarıyla birçoğuyla uyuşmayan ahlak anlayışım doğrultusunda camın önünde yedikleri naneye katlanamayıp camdan doğru onları kovaladım. Sonra ne yaptıklarını bilmiyorum ama yavru lan o kedi, kozunu yaşıtlarınla paylaş! Bu arada dördüzlerden biri bugün bize ilerde ne tür bir sürtük olacağını kanıtladı. Evet.

Son olarak şunu söylemek isterim. Bu blogda laubali bir dil kullanıyor olabilirim. Avam hitap şekilleriyle bezenmiş yazılarımdan tamamen bağımsız bir dille çeviri yapmaktayım –ya da bugüne kadar yaptım (hikâyenin bu kısmına üstte yer verdim, kısa bir dönemdi). Ayrıca iltihap yerine enfeksiyon falan da kullanıyor olabilirim, ama burası blogum. Pek ilgilenmediğim ıvır zıvır çekmecemden (yarın lazım olur diye biriktirdiğim minik parçalar çekmecesi) daha temiz bir görünüme sahip bir başka çöplüğüm. Öyle ya da böyle dünyayı olduğundan 0,00000000001 mm bile saptıramıyorum. Bazılarımız böyle doğuyor.

Uzun zaman sonra ne güzel oldu be blog! Dur başka gün de yazarım ben sana. Kuzeyden gelen her türlü rüzgârın ilham vericiliğine inanan siz blog okurları, hepinize benden bir adet The Knife- Neverland! Hadi öptüm!

22 Eylül 2011 Perşembe

Her hikâyenin bir başı ve bir sonu vardır. Peki, hikâyenizin başını bilmiyorsanız kendinize nasıl bir son biçebilirsiniz?


Bu yıl izlediğim en güzel ve en çaresiz hikaye Never Let Me Go/ Beni Asla Bırakma.


2011 Sucks

(caboosezine on flickr)

2011, bit ve öl. Defol git, naparsan yap ama bir an önce sıranı sav. Böyle kötü bir yıl daha olamaz, ben ve etrafımdaki birçok kişi talihsizlikler yaşıyor. Bu veba bende midir de benim çevremde oluyor her şey, çözemedim ama 2012 gelsin, Marduk’u Marduk’la kafa sallayarak karşılacağız. Valla billa, beklemedeyim.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Aradığım Kan II: Motorama

Geçen yıl aradığım taze kan olarak Türk grup Proudpilot’ı ilan etmiştim ve bu yazı yeni keşfim Rus indie grubu Motorama ile kapatıyoruz. Yaz sıcakları daha devam edecek dense bile bizim zaman çizelgemiz ilkokul panolarımızda görmeye alışkın olduğumuz dörde bölünmüş yıl posterine endeksli. Kısacası, sonbahar geldi. Eylül 1 dedik ve yaz bittiJ

İşte bu yüzdendir ki Eylül ayının ilk yarısını Motorama ile açıyoruz. Editors’un Tom Smith’iyle Ian Curtis’in benzerliği üzerine kafa yoranlar, reytingleri Motorama vokalistine çevirelim.

Bu grubun yok mu bir adresi derseniz, var efendim var; buradan yakın:

http://www.wearemotorama.com/

http://www.myspace.com/motoramapage

Ayrıca, grubun last.fm sayfasını ziyaret ediniz (http://www.lastfm.ru/music/Motorama), çünkü bugünlerde Motorama şarkıları beleş download olarak dizilmiş, sizleri bekliyor. Ee biz de bu insanların cömertliğini ödüllendirelim ve bu şarkıları edinip dinleyelim.

Bunlar da Motorama Youtube çıkartması. Yakın yakın, buradan da yakın, yakmak da beleş J


3 Şubat 2011 Perşembe

Tag’le beni ey Yarim!

Uzun süreli sessizliğimi biraz bozayım. Daha önceden de 123456789 kere buraya bir şeyler yazmayı ertelediğimden yakınmış olabilir miyim? Hayır olamam, o kadar yazı yazmadım, mümkün değil. Neyse gelelim son 1-2 haftalık vukuatlara. Mesela;

  1. En son taşınıyorum demişim. Evet, taşındım, tam yerleşmesem de yuvarlanıp gidiyorum. İstanbul’da hayat şimdilik rahat. İki gün önce Edirnekapı’daki Kariye Müzesini ve Balat’ı gezdim. Kariye Müzesi’ne lütfen gidin! Lütfen! Bizi gören müze müdürü şaşkındı, çünkü bizden başka müzeyi ziyaret eden herkes yabancı turistti. Ortalığa öylesine “hoş geldiniz!” diye salınan müdür, bizden “hoş bulduk.” cevabını alınca şaşırdı: “Siz nereden geldiniz?” diye sordu. Ben, herhalde yüzümde yeni geldi ifadesi var diye düşünürken, eniştem olay mahalline otoritesini tam teşekkül yerleştirir bir edayla “Eyüp’ten geldik.” diye cevapladı. Daha sonraki konuşma, müze müdürünün öğrenci miyiz neyiz, neden gelmişiz gibi sorularını cevaplamakla geçti. Hiçbirimiz öğrenci değildik ve adam buna sevindi J Adam şaşkın, durum bu kadar vahim, lütfen gidelim, müdür bey çok seviniyor. Nedir bu kilisenin olayı? Yeni bir yazıyı hak etse de tek bir cümle ile özetleyeyim: Kariye Kilisesi, İstanbul’da şu an bilinen kiliseler arasında yapım tarihi en eski kilise.
  2. Üstünden vakit geçmesine rağmen taze haber gibi okursanız, o tazelik hissini yakalayacağınızı düşünüyorum. Küçük Osman ve Ted Mosby arasındaki en büyük belki de şimdilik tek benzerlik, ikisinin de ölümle burun buruna gelseler de ölemeyecekleri gerçeği; çünkü bize gelecekten sesleniyorlar. Kötürüm kalabilirler ama ölemezler. Final sahnesinde tek beden olarak onlara ihtiyacımız var.
  3. Diş ağrısı çok kötü bir şey. Bir diş ağrısı bir de çocuk doğurma acısını fena derler, mukayese ederler hani. Eğer hayattaki tüm acılar bunlardan ibaretse yarı ermiş sayılırım; çünkü ilk aşamayı çok feci deneyimliyorum. Denetenler sağolsun.

Çok güvendiğim dişçimin yıllarca ağzımın içine inşaat alanı muamelesi yaptığını geç fark etmem içler acısı. Zaten bunu ben değil, yeni dişçim fark etti. Ağrıyor lan, ağrıyor! Dışı bembeyaz ama içi kapkara olmuş zavallı dişimin.

Çok fazla acı…

  1. 127 Hours filmini sinemada izleseydim, çok daha fazla heyecanlanırdım. Neydi be o kanyon öyle! James Franco, Sean Penn’i çatır çatır öptüğünden beri bizim kızlarla toplandık, evde ağlıyoruz ama aferin evladım, yine çatır çatırdın. Hem de bu kez çatır çatır oynamıştın! Bu arada dağcılıkla uğraşan bir arkadaşım var, kendine dikkat et demekten kendimi alamadım bu filmi izleyince. Bu arada 127 Hours’un hikâyesi gerçek! Kahramanımız Aron Ralston, bir gün her zaman gittiği kanyonda bir kaza geçiriyor ve 5 gün boyunca kolu bir kayaya sıkışmış vaziyette yaşıyor ama ne yaşamak! Bu acı dolu süreç, ona hayatını gözden geçirmesi için bir şans veriyor ve çıkışta kendisine çok cillop bir hayat kuruyor. Bir daha da yaramazlık yapmıyor; sorun bakın, “cık” diyecektir. Çok sevdim ulen seni Aron! Filmin sonunu söylemiş kadar oldum şimdi, ama sonunda bir rahatladım ki sormayın a dostlar!
  2. Nicholas Cage, hiçbir zaman herhangi bir filme gitme sebebim olmamıştır, olamayacaktır da. Sucuk ve menemene bayılması, Denizli’de turlaması falan sallamaz beni, ama magazin okumayı severim J Nicholas demişken, beleş mal bal gibi ya, ablam bileti ısmarlayınca Cadılar Zamanı filmine gitmiş bulundum. Sıkıcı, çok sıkıcı. Filmdeki tek güzel şey filmin başındaki cadılardı. Onlar da öldüler zaten. Nicholas, bu film için çok Amerikalı kalmıştı. Hani şu Amerikalılar varya, her apartmanda bir tane vardır ve aslında süper kahramanlardır. Başlarına buyruk bir hayat yaşarken bir takım hadiseler gelişir, onlar da “yenen adam” kimlikleriyle kötüleri yenmeye çalışırlar falan. İşte Nicholas, ben burayı düzeltirim bana bırakın diye gelen çok bilmiş moruk rolündeydi. Otur da tv izle evde, elinde Pepsinle! Gelme, çekme film milm!

Bir de bu filmde bir şeytan tiplemesi vardı. Yemin bak şuraya yazıyorum, Türk sinemasının kolpa şeytanı bile bu şeytandan daha çok derinlik taşır. Şeytanın sonunu getiren de şeytanın bundan bir halt olmaz diyip de hayatını kurtardığı minik iyilik kıvılcımıydı ve ve ve bu kadar yapay, seyirciyi ikna etmekten uzak bir şeytan tiplemesi daha görmedim. Aslında üstünde çok da düşünmedim.

  1. Hep yazmayı erteliyorum ya, bunu ertelemeyeyim. Aylar geçti ben Warpaint’i ilk dinlediğimden beri. Damarlarımda ihtiyaç duyduğum kandı Warpaint, imdadıma yetişti. Kendileri kadınlardan kurulu bir deneysel rock müzik topluluğu. Amerika çıkışlılar ve grubun temellerinin atılmasında Wristcutters: A Love Story filminin esas kızı Shannyn Sossamon etkin bir role sahip. Şimdi grupta kız kardeşi aile bayrağını dalgalandırıyor. Warpaint, geç keşfetmeme rağmen 2010’da iyi ki keşfettim dediğim gruplardan biri oldu. Set your arms down, warpaint, bees, shadows, The Fool albümünün diğer yarısından nispeten daha çok sevdiğim parçalar ama hepsini tek tek seviyorum, vallah billâh J
  2. Yahu anlam veremiyorum ama bende bir enerji patlaması var. Dün gece arkadaşıma bu durumu anlattım, bendeki zıplayan çocuk durumunu gördü ve sen bir koş da gel dedi sonunda. Sonra konuşurken şunu fark ettik beraber. Okuldan bağım kopmuş, böyle bir rahatlık bir rehavet, bir goygoyculuk almış başını gidiyor. Koşuyorum, yürüyorum, yorulmuyorum. Stresten uzak olmak negzel bir şeymiş yaa.. İnsan zevk alıyor yorulmaktan.
  3. Giderken duygusallaştığımı belirtmek isterim. Şarkıdan türküden değil de bugün benim iki yıl aynı birkaç metrekareyi paylaştığım canım oda arkadaşım, yıkılmaz desteğim, biricik dostum Polonya’dan kesin dönüş yaptı. Hemen memlekete geçtiği için yüzyüze görüşemedik; ama o günler de gelecek :D

İşte böyle, bana ne?/sana ne? bir durum tüm bu yaşananlar, falan filan.