3 Şubat 2011 Perşembe

Tag’le beni ey Yarim!

Uzun süreli sessizliğimi biraz bozayım. Daha önceden de 123456789 kere buraya bir şeyler yazmayı ertelediğimden yakınmış olabilir miyim? Hayır olamam, o kadar yazı yazmadım, mümkün değil. Neyse gelelim son 1-2 haftalık vukuatlara. Mesela;

  1. En son taşınıyorum demişim. Evet, taşındım, tam yerleşmesem de yuvarlanıp gidiyorum. İstanbul’da hayat şimdilik rahat. İki gün önce Edirnekapı’daki Kariye Müzesini ve Balat’ı gezdim. Kariye Müzesi’ne lütfen gidin! Lütfen! Bizi gören müze müdürü şaşkındı, çünkü bizden başka müzeyi ziyaret eden herkes yabancı turistti. Ortalığa öylesine “hoş geldiniz!” diye salınan müdür, bizden “hoş bulduk.” cevabını alınca şaşırdı: “Siz nereden geldiniz?” diye sordu. Ben, herhalde yüzümde yeni geldi ifadesi var diye düşünürken, eniştem olay mahalline otoritesini tam teşekkül yerleştirir bir edayla “Eyüp’ten geldik.” diye cevapladı. Daha sonraki konuşma, müze müdürünün öğrenci miyiz neyiz, neden gelmişiz gibi sorularını cevaplamakla geçti. Hiçbirimiz öğrenci değildik ve adam buna sevindi J Adam şaşkın, durum bu kadar vahim, lütfen gidelim, müdür bey çok seviniyor. Nedir bu kilisenin olayı? Yeni bir yazıyı hak etse de tek bir cümle ile özetleyeyim: Kariye Kilisesi, İstanbul’da şu an bilinen kiliseler arasında yapım tarihi en eski kilise.
  2. Üstünden vakit geçmesine rağmen taze haber gibi okursanız, o tazelik hissini yakalayacağınızı düşünüyorum. Küçük Osman ve Ted Mosby arasındaki en büyük belki de şimdilik tek benzerlik, ikisinin de ölümle burun buruna gelseler de ölemeyecekleri gerçeği; çünkü bize gelecekten sesleniyorlar. Kötürüm kalabilirler ama ölemezler. Final sahnesinde tek beden olarak onlara ihtiyacımız var.
  3. Diş ağrısı çok kötü bir şey. Bir diş ağrısı bir de çocuk doğurma acısını fena derler, mukayese ederler hani. Eğer hayattaki tüm acılar bunlardan ibaretse yarı ermiş sayılırım; çünkü ilk aşamayı çok feci deneyimliyorum. Denetenler sağolsun.

Çok güvendiğim dişçimin yıllarca ağzımın içine inşaat alanı muamelesi yaptığını geç fark etmem içler acısı. Zaten bunu ben değil, yeni dişçim fark etti. Ağrıyor lan, ağrıyor! Dışı bembeyaz ama içi kapkara olmuş zavallı dişimin.

Çok fazla acı…

  1. 127 Hours filmini sinemada izleseydim, çok daha fazla heyecanlanırdım. Neydi be o kanyon öyle! James Franco, Sean Penn’i çatır çatır öptüğünden beri bizim kızlarla toplandık, evde ağlıyoruz ama aferin evladım, yine çatır çatırdın. Hem de bu kez çatır çatır oynamıştın! Bu arada dağcılıkla uğraşan bir arkadaşım var, kendine dikkat et demekten kendimi alamadım bu filmi izleyince. Bu arada 127 Hours’un hikâyesi gerçek! Kahramanımız Aron Ralston, bir gün her zaman gittiği kanyonda bir kaza geçiriyor ve 5 gün boyunca kolu bir kayaya sıkışmış vaziyette yaşıyor ama ne yaşamak! Bu acı dolu süreç, ona hayatını gözden geçirmesi için bir şans veriyor ve çıkışta kendisine çok cillop bir hayat kuruyor. Bir daha da yaramazlık yapmıyor; sorun bakın, “cık” diyecektir. Çok sevdim ulen seni Aron! Filmin sonunu söylemiş kadar oldum şimdi, ama sonunda bir rahatladım ki sormayın a dostlar!
  2. Nicholas Cage, hiçbir zaman herhangi bir filme gitme sebebim olmamıştır, olamayacaktır da. Sucuk ve menemene bayılması, Denizli’de turlaması falan sallamaz beni, ama magazin okumayı severim J Nicholas demişken, beleş mal bal gibi ya, ablam bileti ısmarlayınca Cadılar Zamanı filmine gitmiş bulundum. Sıkıcı, çok sıkıcı. Filmdeki tek güzel şey filmin başındaki cadılardı. Onlar da öldüler zaten. Nicholas, bu film için çok Amerikalı kalmıştı. Hani şu Amerikalılar varya, her apartmanda bir tane vardır ve aslında süper kahramanlardır. Başlarına buyruk bir hayat yaşarken bir takım hadiseler gelişir, onlar da “yenen adam” kimlikleriyle kötüleri yenmeye çalışırlar falan. İşte Nicholas, ben burayı düzeltirim bana bırakın diye gelen çok bilmiş moruk rolündeydi. Otur da tv izle evde, elinde Pepsinle! Gelme, çekme film milm!

Bir de bu filmde bir şeytan tiplemesi vardı. Yemin bak şuraya yazıyorum, Türk sinemasının kolpa şeytanı bile bu şeytandan daha çok derinlik taşır. Şeytanın sonunu getiren de şeytanın bundan bir halt olmaz diyip de hayatını kurtardığı minik iyilik kıvılcımıydı ve ve ve bu kadar yapay, seyirciyi ikna etmekten uzak bir şeytan tiplemesi daha görmedim. Aslında üstünde çok da düşünmedim.

  1. Hep yazmayı erteliyorum ya, bunu ertelemeyeyim. Aylar geçti ben Warpaint’i ilk dinlediğimden beri. Damarlarımda ihtiyaç duyduğum kandı Warpaint, imdadıma yetişti. Kendileri kadınlardan kurulu bir deneysel rock müzik topluluğu. Amerika çıkışlılar ve grubun temellerinin atılmasında Wristcutters: A Love Story filminin esas kızı Shannyn Sossamon etkin bir role sahip. Şimdi grupta kız kardeşi aile bayrağını dalgalandırıyor. Warpaint, geç keşfetmeme rağmen 2010’da iyi ki keşfettim dediğim gruplardan biri oldu. Set your arms down, warpaint, bees, shadows, The Fool albümünün diğer yarısından nispeten daha çok sevdiğim parçalar ama hepsini tek tek seviyorum, vallah billâh J
  2. Yahu anlam veremiyorum ama bende bir enerji patlaması var. Dün gece arkadaşıma bu durumu anlattım, bendeki zıplayan çocuk durumunu gördü ve sen bir koş da gel dedi sonunda. Sonra konuşurken şunu fark ettik beraber. Okuldan bağım kopmuş, böyle bir rahatlık bir rehavet, bir goygoyculuk almış başını gidiyor. Koşuyorum, yürüyorum, yorulmuyorum. Stresten uzak olmak negzel bir şeymiş yaa.. İnsan zevk alıyor yorulmaktan.
  3. Giderken duygusallaştığımı belirtmek isterim. Şarkıdan türküden değil de bugün benim iki yıl aynı birkaç metrekareyi paylaştığım canım oda arkadaşım, yıkılmaz desteğim, biricik dostum Polonya’dan kesin dönüş yaptı. Hemen memlekete geçtiği için yüzyüze görüşemedik; ama o günler de gelecek :D

İşte böyle, bana ne?/sana ne? bir durum tüm bu yaşananlar, falan filan.