9 Mart 2010 Salı

Ve Kalır 50 Kelimelik Saçmalık

Bitti! Daha yazılması gereken 50 küsür kelimem var ama bu ödevin altından kalkmış olduğuma çok sevindim. Hayatımda yazdığım en kötü makale olduğu hissiyle iki gün içinde hocaya teslim edeceğim. Bir daha da bu kadından ne ders alırım ne de sevmediğim bir şey üzerine oturur makale yazarım. Zaten kısa süreliğine de olsa eve gidecek olmamın heyecanıyla bütün gün gezesim, koşasım, zıplayasım geliyor; dayanamıyorum eve hapsolup ödev yazmaya... Neyse ki biri gitti biri kaldı, mutlu sona yaklaştım :D

O 50 kelimeyi yazacak takatim kalmadı bu gece. Aldım duşumu yatacağım. Güzel uykular ve güzel rüyalar benim de hakkım :)

6 Mart 2010 Cumartesi

Kar Bize Hep Gelsin :)

Yine ve yeniden! Kar.

Aptal drama dersi ödevimle uğraşırken fark etmemişim. Sonra cama bakacağım tuttu işte. Önce buhar sandım, sonra ne bu dedim camın alt kısmındaki beyazlık için. Kar! Daha fazla acı çekmemizi ve hasta olmamızı istemedi ve geldi.

Bir haftasını grip halde yatağında yalnız ve mutsuz geçiren ben neden buna sevindim?

Karı özledim: İzmir’deki öğrencilik hayatım sırasında kara hasret bir ömür geçirdim. Ben kuzeyliyim arkadaş! Belki bir belki iki haftaydı gördüğümüz kar, ama olsun. Üniversite hayatıma kadar o beyaz manzaranın güzelliği ve kar tatilleriyle büyümüştüm. Burada İzmir’e kızmıyorum, herkesin karakteri farklı canım…

Kara alıştım: Kasım ayında kar yağmaya başlayınca korkmadım değil. Arkadaşım “İzmir’den Almanya’nın dağlarına giden kızın dramı” diye hayat hikâyemi sinemaya aktaracaktı. Lakin bünyem eski günlerini kısa sürede hatırladı ve karsız yaşayamaz oldum. Hatta karlar iki hafta önce tamamen eriyince çok üzülmüştüm, bu mini minnacık Alman kentinin tüm masal kenti imajı silinmişti. Geriye ıslak sokaklar ve benim karlarla eriyen hayat neşem kaldı. Hayır, bu durumda hayat neşemi de kaybetmiş oluyorum. Tabi ki film projesi de olması gerektiği gibi geyik olarak kaldı.

Mikroplara ölüm! : Eskiler der hep, kar yağarsa mikroplar ölür, temizlenir vs. Belki de beyaz rengine yükledikleri “temizlik” anlamından dolayı böyle şeyler yayıldı. Bilimsel açıklamasıyla ilgili bir fikrim yok ama doğruymuş gibi davranıyorum, çok sarıyor. Sanırım çok çabuk kanıksadığımdan olsa gerek, karsız hayata da çabuk alıştım ama o yalancı güneş beni hasta etti. Her gün odama vurdu ısrarla ve koşarak çıkmak istedim. Her seferinde de yüzüme vuran buz gibi rüzgârla karşılaştım. Bir de bu var, kar yağınca hava daha yumuşak oluyor, karın soğuğu ayrı tabii ama güzel olduğu için affettiriyor. Altyapı da sağlam, şehirde facia yaşanmıyor. Böyle bir durumda tabi ki gelsin yağsın başımızın üstünde yeri var ulu kar kraliçesinin.

İskandinavlar ve Aynı Enlemleri Paylaşan Diğerleri: Kar yağınca bazı kuzeyli müzisyenlerden çıkma bazı şarkılar daha bir güzel geliyor. Tamam, bu benim uydurmam ama hissettim ve yazdım. Sözlerden bağımsız bir adet Pagan Poetry gelsin benden herkese.


3 Mart 2010 Çarşamba

Damon and Naomi: Song to the Siren

Lastfm'in Belle and Sebastian'a yakın bulup bana önerdiği bu güzide grup hayatıma girdiği günden beri bana sükunet dolu günler yaşatıyor. Özellikle geceleri dinlendiğinde büyülü bir ortam yaratma gücüne sahip olan sevgili Naomi ablacığım ile Damon ağabeyciğim, olayı daha da mistik kılmak istercesine soyu rahmetli Tim Buckley amcamın "Song to the Siren" şarkısını seslendirmiş. Maalesef bu versiyonu Tim'in versiyondan daha çok seviyorum. Vurun kahpeye diyip de beni cezalandırmadan önce dinleyin, sevmezseniz sevmedim diyin. Ne vuruyonuz!

Sana Isınamadım Drama Hocası

Sevgili Drama Hocası,

Seni sevmiyorum, sevemiyorum. Çok çabaladım ama dersin çok sıkıcıydı. Her ne kadar saç kesimin sana yakışsa da tavırların iticiydi. Ayrıca uzun yıllar İngiltere’de kalmış olabilirsin; lakin ne yalan söyleyeyim, Alman aksanın İngiliz aksanını baltalıyor bazen; ne dediğin anlaşılmıyor, sadece tükürüyor gibi gözüküyorsun.

Bana bak kadın! Marshall’a psikolojik baskı yapmayı bırak! Çocuk ABD’den gelmiş olabilir ama sırf bir adet Native Speaker’dan aksan duyacaksın diye çocuğa olur olmadık sorular sorma. O mütevazi ve çekingen bir çocuk, seni kırmayıp bir şeyler geveliyor ama mahçup oluyor anlamsız şeyleri sıraladığında. Kendisine olan saygısını yitirme sebebi sensin! Sen ve çok bilmiş o Rus kız. Gerçi Rus kızın patavatsızlığına şahit olmadım ama sağlam kaynak söyledi, bu yeterli. Bırakın o çocuğu, sadece dinlesin.

Zaten ne desin o çocuk sana! O oyunlar ne oluyor, okuttuğun o oyunlar? Mahalle tiyatrosunda oynanan 5. kalitede oyunlar onlar. Çok kültürlü toplumlardaki göçmenleri iplemediğini biliyorum, hiç yamuk ağızla cevap verme. Zaten ödev yazın diyorsun, sinirlerimi bozuyorsun. Kaynak yok be kadın! İki üç gazete yazısıyla tez mi bulup savunacağım ha? Söyle bana, çok bilmiş! Sen tabi küçük kedi yoldaşlarımızın yapıp da toprağa gömdüğü şeyler gibi paraya sahipsin cebinde, habire İngiltere’ye gidip oyun izleyebiliyorsun ama İngilizlerin bile iplemediği oyunları çok kültürlüyüm ayağına okutma bize.

Kızıyorum sana, hem de çok… Sen ne öğrettin bize? Ver oyunu, konuştur üç adam, sal sınıfı… Utan yahu, öğrencilerinden utan artık. Bak Barbara’ya, herkesin birbirine Fransız olduğu bir ortamı nasıl şenlendirdi, nasıl tartışma için gruplara ayırdı bizi de kardeşliği, fikir alış verişini öğrendik? O Barbara kızcağız daha 30una varmamış bir doktora öğrencisi ama üstüne görev olmayan şeyleri de anlatıyor. Zaten sınıfta herkes Introduction to Novel dersini küçük bir öğrenciyken almış ama o bize teorileri tekrardan özet geçip, işlediğimiz deli bozması adamın romanlarında kullanmamız için yardımcı oluyor. Diğer yandan bize Yılbaşında iki çeşit kek yaptı ve son derse de pastaneden Alman pastası aldı getirdi. Neden mi? O pozitif bir insan, öğrenmeyi ve öğretmeyi seviyor. Sınıfta anlatmadığı bir şeyi araştırıp gittiğimizde gözlerindeki sevinç ışığıyla bizi yüreklendiriyor, bize bilgi paylaştığımız için teşekkür ediyor. Onu seviyorum dramacı profesör. Sen prof. oldun ama bir doktora öğrencisi gibi genç yüreklere inmeyi beceremiyorsun ki bu genç yaşta olmakla alakalı değil, insan olmakla alakalı.

Ama sana insan değilsin demeyeceğim. Derste okuttuğun güzel şeyler de var ama bence verdiğin 21st c. British Drama’da düzeltmen gereken çok şey var be Anjacığım. Bir kere benim gibi modern drama dersi almadan senin sınıfına düşmüş gariban lisanslıları, sınıfımda neden eğitim gördüğüne anlam veremediğim bir avuç master öğrencisiyle bir tutuyorsun. Bunu yapıyorsun ya, sana hiç iyi bakamıyorum o zamanlarda.

Biliyorum sen de bana ısınamadın. Diğer on dokuz kişiden on dördüne ısınamadığın gibi. Bayıldığımız bir insan değilsin, sınıfın %75’i dersi versek de kurtulsak derdinde. Önemli olan öğretmek Anja, neden bunu anlamıyorsun? Sen o sınıftaki bilgiye aç gençlere bir şey sunamadıktan sonra sahip olduğun bilgiye biz tırt diyoruz. Bilgi saklayanı sevmem, saklamaya teşvik edeni de çöpe atarız. Evet Anja, çok kibar insanlar değiliz.

Diğer yandan Anja, öyle bir kasmışsın ki CV’in pek dolu, pek sevdim. Ama dediğim üzere lütfen, lütfen… Anladın sen.

Anjacığım, çok da kötü bir insan olduğuna inanmak istemiyorum. Ödev taslağımı sunmaya geldiğim gün, tüm dönem boyunca gösterdiğin mahkeme duvarı suratını benden esirgemiş ve taslağımda değişiklikler yapmama güler bir yüzle yardımcı olmuştun. Seni nerdeyse sevecektim, ama Anja, bana o virüsü bulaştırmayacaktın. Yanımda hapşırmayacaktın. Bu bana yalnız ve hasta geçen 1 haftalık kayıba neden oldu. Şimdi bu ödevleri nasıl yetiştireceğim diye takla atıyorum ama yetişmiyor.

Anja sana öfkeliyim ama senden nefret etmiyorum. Evet, seni sevmiyorum ama sevginin karşıtının nefret değil kayıtsızlık olduğunu öğreneli yıllar oldu. Peki seni neden sevemedim Anyoş? Neden olsun ayol Anja, ben takıntılı bir insanım. Beynim senin yüzünden daha çok fosfor tüketiyor.

Türkçe bilmeni ve şu yazdıklarımı bana not verdikten sonra okumanı isterdim. Notları çoktan verdiğin için değiştiremeyip olduğun yerde kalacaktın ve ben sana “ne haber Anjaaa!!” diyecektim. Ama olmadı, bekleyemedim, öfkemi erkenden kusuverdim.

Ayrıca gördüğüm tek gıcık Anja’sın. Diğer Anja denen kız çok iyi lan, tüüh sana!

Bis bald!

1 Mart 2010 Pazartesi

"Hiç Olmayan Günlüğe İtiraflar": Kadim Dost, Tarhana Kokulu Öpücük ve Hasta Çorbası Motiflerinin Eserdeki İşlevleri

Sevgili Günlük,

Günlük mü? Evet evet, belki de sen benim hiç olmayan günlüğümsün ve anlattıklarımı dinlemen çok duygulandırıyor beni günlük. Ayrıca seni annem misali bana gözükmeden okuyanlar da olacak. Evet, ergen günlerime geri döndüm şimdi, negzel :p

Lanet bir haftayı daha geride bıraktım ama talihsizlikler zıplayarak geliyor peşimden. Ödev yazmam gereken hafta hasta oldum, bir hafta grip yattım, evde kendi çorbamı kendim yaptım. Dün ekşisözlükte "yalnızlığın anlaşıldığı anlar" başlığına göz atıyordum, fark ettim ki beni anlatmış kimileri. İşte o an, aslında çok da yalnız olmadığımı hissettim. İlk olarak benim de tecrübe ettiğim hastayken kendi pişirdiğin çorba örneğini pek bir hayatın içinden buldum. İkinci örnek ise içimi parçalayıp beni keder kuyularında merdivensiz bırakan entry idi:

"Eskiden yalnız başına kaldığında yemek yapmaya üşenmene rağmen şimdi gayet yalnızken de uzun uzun yemek yapıyor olmanın asıl nedenini anladığın andır. Yani artık yemeğini paylaşacak biri diye bir kavrama inanmıyor olmandır. Yemekten sonra da kendi kendinle konuşur, kendinle beraber bir film izler, sonra da kendine sarılıp uyursun. haydi iyi sabahlar." (can cekisen sanat, 19.02.10)

Beş ay önce yemek yapmayı bilmeyen ben, artık elimden geldiğince birşeyler kıvırmayı geçti, saatlerini mutfakta geçiriyor. Fakat öyle bir şey var ki ne zaman dinecek bu acı demeden duramıyorum. Yağ kokusu! Nefret ediyorum! Kibrit kutusu kadar mutfağımın kibrit kutusundan da küçük aspiratörü, çıkardığı sesin hakkını verir bir performans sergileyemiyor. Bu yağ kokulu evden de kendimden de iğreniyorum, ıyyy..

Hastalık demişken, şu yardıma ve ilgiye muhtaç halimde beni yalnız bırakmayan Dear Layne Staley, nur içinde yat emi! O muhteşem ötesi sesinin burun sümkürmemi bastırıyor olması beni çok mutlu ediyor. Arkadaş dediğin böyle olmalı. Ölse bile sana hastalığını hissettirmeden seni eğlendirmeli, eğlendirirken düşündürmeli. İşte hemen akabinde düşündüm de Pearl Jam konseri kaçırmıştım ben değil mi? Hem de bu blog bu vesileyle can bulmuştu. Ne diyelim, ben aptallığıma yanarken veda paragrafıma geçeyim.

Gayet hayattan soğumuş, samimiyetsiz kış güneşine aldanmadan marketten evime doğru yürüyordum. Posta kutumu açtım ve ne gördüm? Sevgili kadim dostum bana mektup atmış, gurbetteki arkadaşım sevinsin, memleketten tarhana kokulu öpücükler yollayayım demiş. Mektubu ofiste yazdığı için ofis kokusuyla karışmış bir mektup olsa da o benim beynime tarhana kokulu öpücük olarak kodlandı. Artık nerede bir ofis koklasam tarhana kokulu öpücüğün kodlandığı yer harekete geçecek ve konsepte uygun çağrışımlarda bulunacak. Bu da böyle bir hikayeydi ve sonuna geldi.

Veda paragrafı tarhanayla olmaz. O paragrafa "introduction to veda paragrafı 1" diyorum. Şu an okunan satırlar ise veda paragrafımın organlarını oluşturmakta. Bu organların o tatlı minik mi minik gözle görülmez ama ruhla hissedilir (!) dokucukları hayat bulurken günlerden pazartesi olmuş, saat tam 01:33, kafamda okumam gereken makaleyi okumamamın pişmanlığı, fonda Angry Chair.

Bu sabah uyandığımda daha çok sorumluluk sahibi bir çocuk olacağıma söz veriyorum.
Amen.