21 Aralık 2010 Salı

Bu hafta taşınıyorum! İstanbul’a taşınıyorum. Bazı şeylerden dolayı 3 hafta kadar ertelenen taşınma sürecim bu hafta içinde son bulacak.

Yılbaşı ve benzeri özel günlerde ortaya çıkan çılgınlıklardan pek haz almıyorum ama hediye hazırlamaya ve kart atmaya bayılıyorum J Birkaç arkadaşım için minik hediyeler hazırlıyorum. Kimisine film, kimisine müzik. 2011’de çok güzel albümler çıksın diye ümit ediyorum.

Bu arada Pedro Almodovar’ın Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar filmini izlerken çok eğlendim. Soğuk günlerde iyi gidebilecek bir komedi.

Dün de annemle banka kuyruğunda acı çektikten sonra gezmeye karar verdik. Bu gezi sırasında şehrimizin üstünde ikamet eden gri bulutu gördüm ve korktum ve de fotoğrafladım. Bu havayı solumamalıydım ama hala buradayım :/

(bu yıl gri moda ya, biz de Zonguldak'ı griye boyadık)

Eve gelişimiz sonrası bu yıl arkadaşlarıma yollayacağım tüm mektup/kart/mini hediye tarzı şeyleri bir düzene koydum ve bugün yolladım. Bunca çabam, bilmeyenler öğrensin kart atmayı diyedir. Bir arkadaşıma beş klasik sinema eserini içeren bir adet dvd (evet, kendi korsanımı kendim yaptım); bir diğer arkadaşıma ellerimle hazırladığım indie/alternative pop tarzında albümlerle dolu iki adet cd (korsan/utanıyorum, yüzüme vurmayın); bir diğerine de sevdiğim yer yer progresif, yer yer indie pop, yer yer deneysel albümleri sıraladığım bir cd hazırladım. Bir de utanmadan her birine kapak hazırlayıp durumu meşrulaştırmaya çalıştım. Mesela:

(Sansür, baldan tatlı)

Unutmadan; yeni bir skeç defteri aldım ve keyfim yerindeJ İki akşam önce arkadaşımla incelediğimiz 2011 burç yorumlarına göre de 2011’de zengin olabilirim. İlk altı ay içinde tutumlu olursa aslan burçları, maddi açıdan iyi bir dönem onları bekliyor. Kulak verin a dostlar!

17 Aralık 2010 Cuma

Duyduğum günden beri heyecanla beklediğim Melissa auf der Maur konserine gidemiyorum. Sebeplerine hiç gerek yok; netice yeterince acı verici. Zülal Kalkandelen’in yaptığı ve 16 aralık 2010 Perşembe günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan şu röportaj hoşunuza gidebilir:

http://zulalmuzik.blogspot.com/2010/12/bu-konser-atesli-olacak.html

Soruların solo kariyer öncesi ile ilgili değil de albüm konseptiyle ilgili olması çok tatmin edici kılmış bu röportajı :)

Şu dakikalarda Melissa, sahneye çıkmaya hazırlanıyordur. Ne bayık bir insan oldum be!

6 Aralık 2010 Pazartesi

Uzun Metraj Metal Klibi / Severed Ways: The Norse Discovery of America

Bu yazı spoilerın danişkasıdır; ona göre!

(ama çok şanslısınız ki bu bir film eleştirisi değildir J)

Tony Stone’u tanımam etmem ama genç bir yönetmen olduğu için ilk filmi Severed Ways: The Norse Discovery of America’yı destekliyorum; destekliyorum ki başka gençler cesaret bulsun, heves etsinler film yapsınlar; lakin, Tony’ninki biraz özensiz bir iş olmuş. Söz konusu film konusunu 11.yy’da Vikinglerin Amerika kıtasına yaptıkları keşif yolculuklarından ve bu keşif yolculuklarında Kuzey Amerika Yerlileriyle giriştikleri savaşlardan alıyor. Savaşlardan biri sonucu Vikingler, Amerika’yı terk ederler ve öldüklerini düşündükleri iki Viking kardeşlerini geride bırakırlar. İşte sarı kafalısı Tony olan bu iki Viking savaşçımız, bilmedikleri topraklarda Skrealing* adını verdikleri yerlilere bulaşmadan evlerinin yolunu bulmaya çalışırlar, ama zor o iş.

Tony’yi tanımadığımı söyledim. Tamamen Auf der Maur ile ilgili bir şeyler okurken gözüme ilişti ismi ve olayın üstüne gitmemizle beraber filmini 2 hafta önce izledik. Ancak, bahsetmek için bu zamana vakit bulabildik, üzgünüm Tony.

Fakat üzülen sen olacaksın Tony Stone! Sen misin 2 Cermen müziği dayar bu işi bitiririm diyen, işte yanıldınız Bay Tony. Popol Vuh bile kurtaramadı sizi; çünkü filminizin derinliğini hissedemedim; öyle romantize edilmiş Viking imgesini gözümüze sokmakla olmuyor bu işler. Sağlam kaynaklara dayalı bir metni filme çekmeni dilerdim. İşte öfkemin ürünleri:

Varan 1: O kafa sallama numaran çok saçma. Ağaçtan düşeceksin diye çok bekledim ama düşmedim. Çok güldüm ama kafa sallayan birisine bu kadar güldüğümü hatırlamam. 11.yy’da headbang yapan Viking numarasını yemedim. –verdim gazı burzummmmm!

Varan 2: Dönemi ve Vikingleri yeterince araştırmadığın izlenimindeyim. Neyse ki çekimler fena değil. Doğa güzel falan da Kuzey Amerika ormanlarını da görmüş olduk bu vesileyle.

Varan 3: Tavuk linç etme sahnelerini gören PETA üyeleri şimdi nerede? (hail, hail, squealer!)

Varan 4: İnsanların boşaltım sistemine dair yeterince fikrimiz var. Sandın ki beyaz popona vurulacağız, ama hayır! Bir Viking’in her sabah büyük abdestini yaptığı ayrıntısını beyaz perdeye taşıyarak doğal olanı yansıttığını, hiçbir yönetmenin aklına gelmeyeni/cesaret edemediğini ortaya koyduğunu düşünebilirsin. Seni küçük ukala! Her sabah tuvalete çıkan Viking’in uyukladığı o ormana ne yaban domuzları, ne boz ayılar inmiştir, ama neredeler? Göremedik? Onları da çekseydin.

Varan 5: Biz de Viking filmi diye Pagan ruhu hissedeceğiz sanmıştık, puh!

Varan 6: Teşekkürlerimiz koskoca ormanda gözler önüne serdiğin bir adet örümcek, bir adet turuncu-pembe karışımı kertenkele/kurbağa kırması sürüngen ve avladığın balıklar için. 11.yy’da, bugünün asfaltla kirlenmiş sokaklarında elektrik yok, telefon yok, internet yok; onu bırak başını sokacak bir ev yok ama koca ormanda bizi tehdit eden hiçbir halt da yok! Zaten her yer ot, ye gitsin; balıklar da sebil, boyutları bacak kadar; bu iki terk edilmiş Viking’in daha sağlıklı ve mutlu bir hayatı olamazdı J

Varan 7: Ben anlamam, çünkü İsveççe bilmem ama bilenler demişler ki o çeviriler yanlış. Eski İsveççe konuşmaların İngilizce çevirilerini yanlış bulmuşlar. Zaten koca filmde topu topu 10 cümle İsveççe kullanıldı, onu da yüzüne gözüne bulaştırdın. Bir de bu kasıtlı yapıldı, sanat olsun dedik gibi bir şeyler duydum. Git, böyle sanata başlatma!

Varan 8: Seni tutsak eden Amerikan yerlisi kadın neden ırkını seninle karıştırmak istesin ki! Bögh!

Varan 9: Seni Kuzey Avrupa sinemasına öykünüyor diyorlar; ama bu konuda da uzman olmadığımdan kısıtlı bilgimle yapabildiğim tek analiz, varoluş üzerine pek odaklanmamış olduğun. Hadi bu da benim eksikliğim olsun, anlamadım etmedim hatta aradaki din değiştirme-Hıristiyanlıkla olan mücadele sahnelerinden hayatı anlamlandırma çabalarına dair hiçbir şey anlamadım ama Sayın Stone, o ormandaki kiliseyi yaktın ya, kilise yakan metalci postuna bürünmekten çok keyif aldın dimi? Seni Varg Vikernes özentisi seniii!!!

Varan 10: Çekimler başarılı, kılık-kıyafet/tasarım inandırıcı -ama 11.yy’da böyle miydi ortam, çok bilgi sahibi değilim; hikâyenin çıkış noktası kayda değer bir ayrıntı ama anlatım zayıf. Belgesel niteliği yetersiz; Vikingler ve Kuzey Amerika keşiflerine dair alternatif olabilir ama konuyla ilgili eksiği çok olan bir film ve beklentimin altındaydı. Yalnız şu dikkatimi çekti, film müzikleri genel anlamda filmin atmosferiyle uyumlu. Aslında filmin konusu daha derin işlense, müziklerle nefes kesici bir yolculuğa çıkabilirdik.

Ve biterken…

Melissa Auf der Maur ile ilgisine gelirsek, kendisinin teşekkür listesinde adı geçiyor. O da çok meraklıdır eş-dost-arkadaş bir şey yapsın da el atalım, destek verelim. İnternette bir şarkısını verdiği yazıyor ama albümlerinde yer alanlardan biri olmadığı için hangisi tanıyamadım. Neyse, Popol Vuh ilaç gibi geldi, Melissa’yı daha aramam.

* Skrealing: Grönland’da yaşayan Vikinglerin Grönland’da yaşayan Thule halkına verdikleri isim. Buradaki Vikingler, Vinland olarak adlandırdıkları bölgede Kuzey Amerika kıtasına yaptıkları keşiflerde karşılaştıkları yerel halkları da bu isimle tanımlamışlardır. (Wikipedia)

3 Aralık 2010 Cuma

Aloha dostlar, aloha! Bugün çok güzel bir gün, uyandığımdan beri her şey çok güzel görünüyor gözüme; hava da çok güzel zaten J Annem bana çiçek almış, hem de nergis! İkimizin de en sevdiği çiçektir nergis. Lisedeyken, kışları okul çıkışlarında tezgâhlarda nergislere rastlayınca ben ona getirirdim bir buket, bugün annem bana getirdi, çok sevindim. Birçok arkadaşıma hediye olarak nergis götürdüğüm olmuştur ama ilk kez bana nergis hediye edildi. Birilerinin akıl etmesini bekliyordum, sonunda annem yaptı bu jesti! Bugünün anlam ve önemini bir kademe yükselten bir gelişmeydi hediye nergisler J

Bir de ne zaman nergisler söz konusu olsa, otomatikman The Cranberries’in Daffodil Lament şarkısı geliyor aklıma. Uzun zaman sonra açtım dinledim Daffodil Lament’i (uzun zamandır eve nergis girmediğinin kanıtı); çok da iyi geldi. Hep beraber dinleyelim, güzelleşelim:



Not: bu güzel günü şarkının acı dolu melodileriyle değil, son kısmında hayata umutla bakan küçük yürek kısmıyla ödüllendiriyoruz. daffodil lament, ilişkisini bitirmeye karar veren yüreği acı dolu gencin, aşk acısını ve aşk acısından kurtularak hayata umutla (tekrar) bakmasını anlatır. “nergisler de bugün bir başka güzel geldi gözüme”J

22 Kasım 2010 Pazartesi

Aradığım Kan: Proudpilot

Lafı uzatmaya hiç gerek yok, süslememe zaten ihtiyaçları yok ama Proudpilot (lütfen bitişik yazınız) dinleyin arkadaş!

Ey ahali! Hayatıma girdiği günden beri “kurban olurum memleketimin insanına” nidalarıma sebep olan güzide grubumuz Proudpilot, İstanbul çıkışlı ve benim geç keşfettiğim insanlar topluluğudur. Biraz alternatif müzik seven, yer yer deneysel müzikten zevk alan/gönül veren dostlar-arkadaşlar, eğer “Monsters Exist” albümünü dinlemediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum. Bu insanların da benimle aynı dilde düşündüğünü bilmek beni hem gururlandırıyor, hem de heyecanlandırıyor.

Şu an için tek temennim grubu canlı izleyebilmek; bu gibi durumlarda eğer İstanbul’da değilseniz her şey doğru yer ve doğru zaman ilişkisine bakar J

Bu grubu dağda çayırda gezinirken bulmadım elbette. Hakan Tamar’lı Punkart’da -bir Eylül gecesiydi yanlış hatırlamıyorsam- grubun O.B.D. klibiyle tavlandım. Bu hususta şunu belirtmeliyim ki emeği geçen herkes candır canandır; bu grup ise uzun zamandır aradığım kandır. Bir adet de myspace adresleri vardır:

http://www.myspace.com/proudpilot

Buradan yakalım da tam olsun:

Proudpilot / OBD from Peyote Müzik on Vimeo.

11 Kasım 2010 Perşembe

Out of Our Minds (OOOM)

Evet, çok önceden yapmam gereken Melissa Auf der Maur’ın ikinci solo albümü Out of Our Minds (OOOM)’a dair fikir beyanımı bugün sunuyorum. Çok mu heyecanlandınız? Hiç gereği yok ama puan vereceğim, kaçışı da yok.

90’lı yılların sonunda, Kanada’nın bağrından kopup Hole ve Smashing Pumpkins’e destek kuvvet olarak gelen Melissa Auf der Maur hanım kızımız, ikinci solo albümü Out of Our Minds’ı yayınlayalı 8 ay oldu. İlk albümünü sessiz sedasız çıkarmasına rağmen sağlam adımlarla ilerleyen Auf der Maur’ın yeni albümü, eskisinden pek de farklı olmayan ama bir miktar daha yumuşak diyebileceğimiz ve yine sessiz sedasız ilerleyecekmiş gibi gözüken bir yapıt. Bu albüm, önceki albümdeki bir nebze “riot girl” temeline dayalı tematik yapısını, mitolojik kadın figürlerden ve cadı hikâyelerinden gücünü alan bir konsepte bırakmış. İyi olmuş mu? Fena durmamış, ama Auf der Maur’ın baş döndürücü bir müzik yaptığı da ortada. Diğer yandan, sanılmasın ki şarkı sözleri genel atmosferle uyumlu. Hayır efendim, Auf der Maur’ın şarkı sözü yazarlığına çok güvenmeyin. İlk albümünde görmüştük; müzik çatır çatır döktürüyor ama sözler, müziğin yanında sönük kalıyordu. Felsefe yapmadığı aşikar, lakin bu albümde biraz daha yol kat etmiş gözüküyor. Neyse ki Melissa, basgitarını şaha kaldırıp konuşturuyor ve sahnede insanın yüreğini hoplatan performanslara imza atıyor da birbirimize küsmüyoruz.

Gelelim albüm konseptine bağlı bir çizgi romanla ve geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde de gösterilmiş bir kısa filmle zenginleştirilmiş OOOM albümüne. Sözlere dair yorumum kötü bir düşünce oluşturmasın; tabii ki abartıyorum; acımasız davrandım, kabul ediyorum. The Key EP’si piyasaya sürüldüğünde, ne yalan söyleyeyim Auf der Maur’dan iyi bir şeyler geleceğine ikna olmuştum. İşte kanıtı karşımızda duruyor. Sık sık blogunda ve web sitesinde de bahsettiği gibi Ay - Kadın- Doğa temalarının, cadı hikâyelerinin etkisiyle yazılmış-yapılmış bir albüm OOOM. Kendisinin de vurguladığı gibi insanoğlu ve doğanın ilişkisinin sorgulanması sonucu varılmış bir noktanın notalara dökülmüş halini elimizde tutuyoruz. Filmi henüz izlemedim ama Auf der Maur’un röportajlarında dediğine göre aralarındaki tek bağın kan olduğu ve de farklı dönemlerde geçen 3 hikayemiz var söz konusu filmimizde. Albümün ilk iki enstrümantal parçası The Hunt ve Lead Horse, ruhumuzu okşayan bir ahenkle bizi hikayenin içine sokuyorlar. Isis Speaks ve Follow the Map, ilk albümdeki gibi “klasik Melissa tadındayız” diye bağırıyor ve albümün ilk yarısını geride bırakıyoruz. Albümün sonuna doğru da Father’s Grave ile Danzig vokalisti Glenn Danzig - Melissa Auf der Maur işbirliğini dinliyoruz. Bana göre Tommy Douglas’ın bir konuşmasından alıntıyı içeren parça This Would Be Paradise, albümün özeti niteliğinde. İşin kısası, Melissa Auf der Maur, kendi adını taşıyan bir önceki albümünün çizgisinden sapmadan hazırlanmış ve arşivlerde yine iyi bir yer edinmeyi hak eden bir albümle geri döndü. Daha da güzeli, Auf der Maur, 17 Aralık 2010 Cuma günü Salon IKSV’de bas gitarını şaha kaldırıp Türk hayranlarıyla beklenen buluşmasını gerçekleştirecek.

Melissa’nın da dediği gibi, “Come sit by my fire”.

Ha, notum mu? Followed the Waves’i eksiksiz olarak canlı söylemeyi başardığı gün 5/5 olacak ama şimdilik 3,5 ile bitiriyoruz. Konser sonrası bakarız.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Melissa Auf der Maur, İstanbul'a Geliyor!

Tam da Melissa Auf der Maur’ın ikinci solo albümünden bahsedeceğim gün Aralık’ta Melissa’nın İstanbul’da konser vereceğini gördüm. Yazı işi başka güne ama Melissa konseri, 10 numara bir aktivite oldu. Hatta Melissacığım, facebook hesabında şöyle duyurmuş olayı:

“BELGIUM TONIGHT! X MUZIEKODR-OOOM! 8:30 BIRDPEN, 9:30 OOOMFILM, 10 MAdM x see you tonight or find us in ISTANBUL at the end of the tour!”

Aralık’ta bir aksilik çıkmasın, ikinci sefer kaçırmayayım, noluuuur tüm ulu güçler, bana yardım edin!!! Evet, sen sevgili okur! Sen şu satırları okuyarak beni onurlandırdın ya, sen ki beni adam yerine koydun da şuraya bir baktın ya, işte sana kendimle ilgili bir sırrı açıklayacağım. Ben yaptığım planların bozulmasıyla ünlü bir yaratığım. Normalde birçok durumda şansım döner ama bir şeyi çok istersem kesin geri teper. Konser muhabbetinde ise çocukluk arkadaşımla yarışıyoruz, kimin planı daha çok suya düşecek, hevesi kursağında kalacak diye. Parmaklar çarpı işareti konumuna geçsin!

17 Aralık’ta, Salon IKSV’de!

26 Ekim 2010 Salı


Hani 8 Ekim’de Google, John Lennon’ın doğum gününü kutladı ve ona ithafen bir animasyon hazırladı ya… İşte o animasyonu izlerken Google Doodle ekibinin Lennon’ın Imagine şarkısının nakaratını kullanması dikkatimi çekti. O sırada ışıklar yandı söndü, pencere açıldı, rüzgar esti, baykuş sesleri duyuldu ve karanlığın daha da yoğunlaşmasıyla içimdeki fesatlık büyüyüp kocaman bir canavara dönüştü. Acaba bu nakarat ile google bize bir şeyler mi demeye çalışıyordu? Bu dizelerin büyüyen google hisseleriyle bağlantısı neydi? Bir inceleyelim:

You may say I’m a dreamer: “yapamayacağımı demiştin ama yaptım.”

But I’m not the only one: “ama yalnız değilim. bu işe tek ben el atmadım; benim gibi çok var.”

I hope someday you’ll join us: “inşallah dünyayı satın aldığım gün geldiğinde mızıkçılık yapmaz ve benim tarafıma-krallığıma- geçersin.”

And the world will live as one: “böylece her şey benim tekelimde olur.”

İşte bu dört dize Google’ın yeni manifestosudur! İçim de fesat olabilir tabii :/

31 Ağustos 2010 Salı

Dün gece bir absürd rüya gördüm; ee rüya bu, absürd olur.


Dün gece tuhaf rüyalar gecesiydi. Sürekli uykuya dalıp uyandım ama hiçbir uyanışımda bilincimin tamamen açık olduğunu düşünmüyorum. Rüyalardan hatırladıklarımdan biri, gayet tuhaf tiplerle -ki şu an hepsini ayrıntılı hatırlamıyorum- sınıfta hocanın sınav kağıtlarını okumasını bekliyoruz. Sınıf dediğim benim odam ve herkes bir yere dağılmış, tiplerden biri de okuduğum hikayelerden birinde geçen ufak bir çocukmuş ve ben soruyorum: “Sen burada napıyorsun?”. Onu da geçeyim de başka ne vardı. Hmm.. Mesela kağıtlarımızı okulda sevimli minyon genç bir hocam vardı, o okuyor. Ne işi vardı rüyamda çözemedim :/ Gerçek hayattaki gibi iki sınav kağıdımın olması ise daha da tuhaf. Birine 99, diğerine 68 veriyor hoca. Neyse, ben diyorum: “Ama o 99 verdiğin kağıdım o kadar iyi değil, 68 verdiğini daha çok sevdim. O hak etti o notu.” O da bana diyor ki: “68lik olanı anlamamışsın, 99 olan daha iyi olmuş.” Şu an iki ödev yazmam gerekiyor, akıbetin bu olmamasını dilerim J Tabi sormayacağım “ Ah Tanrım, neden? Neden ben bu rüyaları gördüm?” Sebebi çok basit, ödevlerle yatıp kalkıyorum bu aralar, 5 Eylül’e kadar yetiştirmem lazımJ Zaten ödev yazmasam bu bloga gireceğim yok gibi, tembel ben L

Rüyaların geleceğe dair bilgi vermediğinin ve sadece benim bilinçaltım olduğunun ikinci kanıtı ise sabah sabah tüylerimi ürperten rüyam. Efendim, burada dark side of the dreams başlığını yaşatıyoruz. Ödevlerimden bir tanesi Sylvia Plath ve The Bell Jar (Sırça Fanus) romanı üzerine. Uyandığımda saat sabah 7 gibiydi ve kendi kendime rüyanın bu kısmını unutmasam iyi olur, öncesini hatırlamasam da olur dedim; bunu da hatırlıyorum. Rüyamda, Sylvia Plath de dair çok ilginç kişiliklerin fotoğraflarıyla kolajlar yapmış bir fotoğraf sanatçısının sergisini geziyorum. Derken serginin sahibi sanatçı geliyor, aynı Sylvia Plath! Yüzü falan aynı, sarı ucu içe doğru hafif maşalı, klasik 50’ler kadını tipinde. Koyu kırmızı bir etek ve beyaz bir gömleği var. Bu kadın aslında başka birisi ama Sylvia tipinde. Sonra bir şeylere kızıyor durduğu yerde ve köşeye geçip oturuyor, üzerine beyaz bir örtü örtüp kırmızı eteğini onunla kapamış oluyor. Sonra başlıyor elindeki küçük jileti bıçak gibi kullanarak cinsel organına saplayıp çıkarmaya. Ben çığlıklar atıyorum napıyorsun diye. O sırada işe giden ev ahalisinin uyanmasıyla evde sesler duyup ben de rüyamdan uyandım, ama uyandığımda biraz tüylerim ürpermişti, huzursuzdum.

Bu kısa süreli uyanıştan sonra yine uykuya daldım ama son kez uyandığımda kendi kendime düşündüm: “O neydi öyle?” Zaten zavallı Sylvia’nın denemediği tek intihar yöntemi bu kalmıştı, rüyalarımda da olsa gerçekleşmiş oldu. Buradan duyurmak isterim ki kitabı severek okudum, herhangi bir garezim yok kimseye. Yine de düşünmeden edemedim, şimdi aklıma geldi. Neurosys’nin Begotten de Begotten filmi diye çocuk yaşta (ruhum çocuktu:) Silencer denen o grubun o lanet klibini izlettiğini hatırladım. Gerçi sonuna kadar izleyemedim, çünkü çok korkmuştum; bu Sylvia’nın son intihar girişimi işte o klipteki sahneyi hatırlattı bana. Adam kendisine -o da beyaz örtüye sarılıydı- bıçak sokup çıkarıyordu. O yıllarda izleyemediğim bu klip, bana artık eskisi gibi korkunç dakikalar yaşatmıyor. Üçüncü sayfa haberlerinden çok şey öğrendiğim kanısındayım. Gerçi klipten çok adamın sesiydi beni ürküten, ıyyy :/ Bir de aklıma geldi, Sylvia kefenini mi yırtmaya çalışıyordu, napıyordu acaba?

Açıkla bunu Freud Bey!!!

13 Ağustos 2010 Cuma

Bamberg dönüşü İstanbul’a iner inmez ve 2-3 sokak görür görmez, temiz ve düzenli sokakları çok özleyeceğimi hissettim. Bir de Zonguldak rüzgârları sağolsun, alerjim bir kudurdu ki sormayın. Düşmanımın başına bile gelmesin. Ey hayat! Nemli hava ve ters esen rüzgârlarla çok zorsun!

resim: jason mecier

15 Temmuz 2010 Perşembe


Başka bir açıklaması yok; kalakaldım. Bugün Almanca sınavında çok iyi bildiğimi sandığım konunun sorularında kalakaldım ve abuk subuk cevaplar verdim. Yarın ikinci sınav var ama o daha zor olacak ve bir daha kalakalmak istemiyorum. Ruh hali: kalakalmış.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Sayın Melissa Auf der Maur Hanım, yeni albümünü netten dinletecek kadar cömert:

http://xmadmx.com/

Hemen altta click here to listen to the entire ooom album butonu sizi bekler.

Yeni konsept pek bir hoşuma gitti. Çizgi roman ve film falan filan destekliyor albümü. Bakalım işte, zamanla ele geçireceğiz hepsini.

11 Temmuz 2010 Pazar

Gelelim günübirlik Münih turuma J Geçen hafta cumartesi günü Münih’e bu yılki 2. gezimi gerçekleştirdim. Amaç, 3 Pinakothek müzesini gezmekti. Aldım yanıma Özge’yi, 3 saatlik rahat bir yolculuk geçirdik. Alte Pinakothek’te 3 saat, Neue Pinakothek’te 1 saat, Pinakothek der Moderne’de ise yarım saat geçirebildik. Ayrıntıya inecek vakit yoktu ama Alte Pinakothek çok çok çok güzeldi. Alte Pinakothek’i de gördüm ya, Almanya’daki misyonumu tamamlamış gibi hissediyorum. Modern müze ise biraz trajik oldu. Gezinin son durağı olduğundan ve kapanma vaktine az zaman kaldığından yarım yamalak gezebildik, hatta koşa koşa diyelim.

Efendim, bu üç müzenin bulunduğu yere (hemen merkezde) Kunstareal München diyor bizim sarı kafalar. Kendisi Barerstr.’de olmasına rağmen biz hiç tren istasyonundan çıkmayıp Theresienstr.’ye giden bir metroya atlayıp 2 sokak yürüdük. Gayet yakın efendim, istasyondan 2 durak sonra Theresienstr. geliyor. Müze ziyaretine gelince, ağzım açık gezdim bir çok odayı ki müzenin alış-veriş kısmı da kısımdı hani. Aslında bu sıcakta öglen güneşinde yapılabilecek en serinletici aktivitelerden biri olarak görüyorum bu geziyi. Akşamüstü, güneşin yakıcı ışınlarını azaltmasıyla, biz de sokaklara saldık kendimizi. Münih Belediye Binası etrafında birkaç tur attıktan sonra bir kafede oturup leziz Apfelstrudel yedik J Hiç bu kadar güzelini yememiştim, sanırım yufkasını evde açmış olmaları duruma lezzet katıyor.

Dönüş ise işin fantastik kısmıydı. Herkesin de bildiği gibi bu sarı kafalar, Dünya Kupası konusunda çok heyecanlı çocuklar. O gün Arjantin’i 4-0 yenmenin vermiş olduğu sarhoşlukla yine sokaklarda taşkın! eylemlerde bulunuyorlardı. Aman ne taşkınlığı, ancak sarhoş olup nida atar bunlar; daha da bir şeye bulaşmazlar; ama akşam yolculuğu bunca sarhoş ve çılgın genç-yaşlı nüfusla çok da kolay geçmiyor. Hele ki tren raylarında akşam 45 dakikalık bilmem ne çalışması yapacakları tutunca normal saatten 1 saat geç vardık Bamberg’e. Yine de diyebilirim ki sanırım Almanya’nın sarhoşlarını seviyorum. Yaptıkları en aykırı eylem yemeğimize sulanmaktı ve yüz vermeyince uzaklaştılar. Ha bir de bir tanesine galiba çok dokundu ki suratsızlığımız, adamcağız “don’t you like german men?” diye sordu; biz tarafına bakmayınca da gitti (efendi sarhoş). 4.5 saatlik gürültülü yolculuktan sağ salim döndük ama ertesi gün nasıl uyandım bilmiyorum. Tüm gün ayakta, sonra gürültülü vagonda derken fena yorulmuşuz.

Bu da fotoğraflardan derlediğim Münih raporum:

1-2. Alte Pinakothek müzesi, koleksiyonunda önemli ressamların eserlerini barındırıyor ve Münih’e yolunuz düşerse ve müze gezecek vaktiniz varsa, bence bir deneyin. 2 numaralı resim müzenin merdivenleri sadeceJ

3. Bu yumurta, Bruegel’in The Land of Cockaigne isimli eserinden bir detay. Aynı detayı kartpostallarda kullanmayı akıl eden müze yönetimi, bu kareyi basmış satıyor. İsteyene ben bu detayı severek yollarım, kendi kartınızı kendiniz basın.

4. Pinakothek der Moderne’nin salonlarından birisi. Kısıtlı zamanda göz atabildik ancak. Bu salon da Design Vision 1900-2002 diye adlandırılmış ve adından da anlaşılacağı gibi bu zaman dilimindeki tasarımlardan bir derleme oluşturulmuş. Neler var peki? Arabalar, radyolar, mutfak eşyaları, koltuklar vb.

5. Beş numero ise Neue Pinakothek Müzesinin salonlarından biri. Neue Pinakothek, temel olarak 19. yy’dan sonra yapılmış tablolara ve heykellere ev sahipliği yapıyor. Kimler var peki? Van Gogh, Klimt, Cézanne, Delacroix, Monet, Picasso ve Rodin ve daha niceleri.

6. Neue Pinakothek’te hemen –yanlış hatırlamıyorsam- üçüncü salona geldik gelmedik, bizi selamlayan Wolf von Hoyer’in Psyche’si.

7. Müze çıkışı merkeze giderken hemen Belediye Binasının yanındaki sokakta bandurası elinde şarkı söyleyen bir teyze vardı. Muhtemelen Slav’dı J Önünde de cd’ler duruyordu ama sadece çaldığı 2 şarkıyı vidyoya alıp emeğini de parayla biraz da olsa ödeyip gittik bu sokaktan. Bu arada şuna değinmeden geçemeyeceğim. Vuvuzelalı çılgın Almanlar, Banduralı Teyze şarkısını söylerken şuursuzca o düdük enstrümanı çalma girişiminde bulundular. Teyzeye saygısızlık yaptıklarını anlayınca da özür dileyip müziğini dinlediler ve para bırakıp gittiler. Efendi sarhoşlardan bahsetmiştim sanırımJ

8. Modern Müzede, Türk sanatçı Canan Şenol’un hazırladığı bir videonun gösterimi vardı. Hepsini izlemedim ama kadının toplumdaki yeriyle ilgiliydi diye düşünüyorum. Bu da başkahraman Fadike ve annesi :) Anne, kızına “şehir seni bozdu” gibi laflar ediyordu biz uzaklaşırken.

9. Bu da Dortmundlu sanatçı Norbert Tadeusz’un Atelier isimli çalışması. Yine Modern Müzeden.

10. Arjantin zaferi sarhoşu Almanlar, Belediye Binası önündeki mini havuzun üzerinde oynarken J

11. Ve işte tüm günün anlamını zirveye çıkaran Apfelstrudel! Güney Almanya ve Avusturya’da bol bol pişirilen bu elmalı rulo pastanın Münih’te evde açılmış yufkadan yapılmışını, dondurma ve tarçınla ikram ediyorlar. On numero bir tat J

29 Haziran 2010 Salı

juyddı neeyseşj potatoş in dı kaonti -luvli- en luvli vejıtebışj*

Valla Linguistics zor bölüm be anam. O kadar detay ile ben kafayı yerim, sadece iki adet ders almak zorunda olduğum için şanslıyım. Hocalar bile anlatırken “Sıktık sizi de tüh tüh..” diye anlatıyor, ben daha napayım. İki dersim var. Birinde Britanya Adaları’nda konuşulan diyalektleri (lehçe) inceliyoruz. Diğeri ise Amerikan ve Britanya İngilizceleri üzerine bir ders. Bu derslerin kültür ve tarih ile ilişkisine lafım yok, o kısımlardan gerçekten zevk alıyorum, hatta kaybolan diller üzerine bir kitap okuyup bayılmıştım iki yıl önce ilk Dilbilimi dersimi alırken; ama yok şunu kuzeyde böyle okurlar, İskoçlar şöyle, Welsh şivesiyle böyle diye gruplandırmak ve onları tek tek incelemek beni yoruyor. Ahan da bugün yine yordu! Hoca anlatıyor ediyor, sınıfta çıt çıkmıyor. Herkes alıştırma bölümünü bekliyor. Her ders sonu o gün öğrendiğimiz aksan, şive ve lehçe ve daha niceleri :p ile alakalı bir röportaj yada kısa metin dinliyoruz ve “kim ne dedi, nasıl dedi?” gibi soruları cevaplıyoruz :) Neyse, aslında çok da fena değil ama benim asıl alanım değil ya; iş güç de çokken olmuyor :)

Şimdi gelelim nasıl da ballı bir insan olduğuma. Bugün okuldan yorgun argın geldim ve markete gittim. Aslında merkezdeki markete uğradım ama aradığımı bulamayınca eve gelip 10 dakika dinlenip mahalle marketine ancak gittim. İşte ben pembe bisikletimi park ederken (ki o bisikletle nasıl düştüğümü anlatmıştım ama ne ara silindi anlamadım) bir Alman kız, bana bir şeyler dedi. Ben sadece hediye anlamına gelen “Geschenk” sözcüğünü duydum, ama yanlış anladım sandım. Sonra, kıza İngilizce cevap verince, o da İngilizceye geçti ve bisiklet sepetini isteyip istemediğimi sordu. Meğersem marketten yeni sepet almış, eskisini de bana veriyormuş. Anlaştık ve teşekkür faslı sonrası herkes yoluna devam etti; ama ben çok sevindim, çünkü zaten bir ay sonra dönecektim, sepet almak ya da sepetin işlevselliği üzerine hiç kafa yormamıştım. Madem sepet var, alışverişi de uzun tutayım dedim bugün: Evet, çok işlevselmiş.

Not: Sevgili başlığım bugun derste işlediğimiz Kuzey İrlanda Diyalektinden bir örnektir ve orijinali şudur: “You’d the nicest potatoes in the county- lovely- and lovely vegetables.”

27 Haziran 2010 Pazar

Bugün uyandığımda, kahvaltı hazırlarken ne dinlesem diye düşündüm ve Pazar sabahı ruhunu The Raveonettes’de bulacağım kararına vardım. İşte o an!

Şimdi Pazar öğlen olmuş, hatta öğleden sonrası - akşamüstüsü, ve ben Minik’in bana yazdığı maili tekrar okudum. Geçen Pazar günü eve döndüğümde de iyi etkiler bırakmıştı üzerimde. Minik ile görüşemiyorum, 1 yıl oldu şaka maka. Bir de bu yılı da son 3 yılı gibi olaylı geçti; ev arkadaşı fobisi başladı kızcağızda. Yine de beni unutmamış ve bana sayfalar dolusu yazmış J

Geçen hafta moralim bozuktu, geliyor arada öyle; ama o moral bozukluğuyla derse odaklanasım da gelmedi, yapmadım sunumumu. Bakalım bu hafta hoca ne diyecek. Ne derse desin, buyurun buradan yakalım:


(the raveonettes'i sevdiğini bir kere daha keşfetmek :)) güzel olaylar bunlar tabi.)

25 Haziran 2010 Cuma

Hayattaki en büyük hayalim bir çocuk kitabı resimlemek. Kaç yaşımda olursam olayım ölmeden önce yapmış olmayı istediğim şey bu. Hani şu çok istediğimiz maldır, kariyerdir vs. değil, sadece bu. Kendim için istiyorum bunu. Ben ölünce de geride kalması, hatırlanması ya da çok beğenilmesi umrumda değil. Basılsın, üç beş çocuğa ulaşsın çizdiklerim, o zihinler çizdiklerimi sevsin; yeter bana. Ölmeden önceki tek arzum budur. Çok büyük konuştum J Henüz hayatın hırsları beni sarmadığından, o günü sakince bekliyorum.

not: resim, sadi güran'a aittir.

Kimsenin sesini duymak istemediğim, tek bir yorumun bile beynimle bir etkileşime girmesini dilemediğim günlerden biri bugün, - ya da o günü atlattım. Çok bencilim, bunu düşünmüyor değilim; ama hiçbir şekilde değer vermediğim şeylerin bana çok önemliymiş gibi sunulması, hiçbir şey ifade etmiyor. Vakit kaybı. Başka bir ismi yok.

Yaşamak istemediğim ve sürekli beynimi kendi kendime kemirdiğim bugünü hafızamdan silmek istiyorum. İnsanların büyük travmalar atlattığı o günlerden biri de değil. Sadece yaşamamın bana bir şey katmadığı bir gün. Mekanın çok da önemi yok; sadece tanıdık yüzlerden uzak olayım.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Bloguma yeni bir görünüm katmak istedim ama beceremedim. Bu konulara yabancıyım henüz, zaten zavallı blogumun bir karakteri de yok. Şimdilik bu kılıkta olsun, çekeriz bir ayar bir ara.

Bugün davet edildiğim hiçbir etkinliğe katılmadım. Çok yoruldum zaten. Bir de bangır gümbür ses kaldıracak kafa kalmadı, evimde uslu uslu kitabımı okumaya karar verdim.

Bir de geçen gün marketten gelirken, yoluma çıkmış zavallı karınca yığınına koca ayaklarımla istemeden daldığımı fark ettim; üzücüydü. Bir açıdan bakarsak onlar über karıncalardı; çünkü benden daha çok Almanca bildiklerine eminim. Ana dilleri ne de olsa:p

Çok güzel gidiyor havalar bu aralar. Hele arada sıcak basınca yağmur atmıyor mu.. Yine de okulumun bu dönem bitmesini ve seneye iş ve aş bulmayı dört gözle bekliyorum.

Son olarak bloga bir şeye benzer bir şeyler yazmadan blogun varlığından kimseye söz etmeyecektim ama keşfedildim. Sadece arkadaşım Mine biliyordu blogun varlığını ama o söylemedi, bunu biliyorum. Profil fotosu olarak kullandığım Méliès yapımı ay babamın bunda emeği çok. Arkadaş, “ben bu resmi biliyorum, başka profillerde görüyorum.” diye el atıyor. Neyse ki yabancı değil, bizden biri. Yine de ne bileyim, anonim olmanın tadı azıcık çıksaydı. Ya da çıkmasın, ne fark eder? Yine de bir ara bu bloga bir renk düzenlemesi getireceğim.

8 Haziran 2010 Salı

Çok tembel olduğumu biliyorum; genelde her şeye atlamamı düşünürsem, bu blogu da hevesten açtım ve yazma istikrarı gösteremeyecekmişim gibi geliyor. Zorlayan falan yok ama bir blog ile kendime iyi bir arkadaş olacağımı düşünmüştüm; göründüğü üzere pek olmuyor, hatta hiç olmuyor. 1 aydır ne yazsam, yok bunu yazmayayım dedim durdum ama her zaman demedim durmadım. Kafam zaten abudik gubidik şeylerle dolup taşmış, izlediğim blogları kontrol etmek dışında bir eylemim olmadı. Masum bir eylemci olmuşum yani.

Yotsuba oyuncağı almak için Paypal’a üye oldum ama hala banka hesabıma onay kodu göndermediler; beklemedeyim, beklemedeyim.. Bir Yotsubam olsun istiyorum; Yotsuba benim çocuğum, tıpkı bana benziyor. Aynı salaklıkları yapıyoruz; gerçi ben artık beş yaşında değilim ama olsun, bu da benim eksikliğim.

Bir Yotsubam olsun, flickr’daki o klişe Yotsuba fotoğraflarından ben de çekeyim istiyorum. Ne yani, Pisa Kulesini popomla deviremedim diye Yotsuba’yı da köprüde, denizde, ne bileyim bir fincan kahvenin yanında resimlemeyeyim mi?

Yarın muhtemelen yalan söyleyeceğim, hem de sevdiğim ve hiçbir kötülüğünü görmediğim bir insana. Neden bazen sosyalleşmek istemediğimi bilmiyorum ama bugün o doğum gününe gitmeme sebeplerim kaydadeğer, -bence. Bu arkadaşım, okulun bana 2 haftalığına evrak işlerinde yardımcı olsun diye atadığı sevimli ve gönüllü bir kız. İşimiz iki haftada bitti ama biz görüşmeye devam ettik. Yarı Türk-yarı Alman, Almanlığı ağır basan bir melez J Türkçesi beni çok güldürüyor ama Türkçe konuşmuyoruz, genelde İngilizce; sonuçta Almanya’ya Türkçe konuşmam ilerlesin diye gelmedim, ama Almanca öğrenemiyorum, öğrendiğimle ise konuşamıyorum J Neyse işte, bu akşamki geçtik o akşamı, dün akşam bu hanımkızın doğum günü vardı. Ben de davetliyim tabii. Tam Alman usulü bir etkinlik olacaktı. “Ben mangalı yakacağım; siz de etinizi içeceğinizi getirin.” Zaten hiç haz almadığım şeylerden biri, 50 kişi yapılan mangal partileridir; aç kalmak garanti. Yetmezse bir de b.k gbi geçen günün ardından sosyalleşme arzusunu duymamak da işin sosu, onu da kendimiz yaptık, ben götürcem herkes yesin diye; Almanlara iş çıkarılmaz! Hal böyleyken kıza diyemedim ben yokum arkadaş sen takıl gerisiyle. Gideceğim oraya ne olacak? İki saat milletle tanışma faslı, sonra onlara sohbet edecek Almancanın bende olmadığını anlatma çabası; sonra sonra esas kız zaten kesin sarhoş olup takılacak kendince, ben de kafa olup kafa giden bir akran bulamazsam sıkılacağım. Nerden mi biliyorum? Ben kendimi biliyorum, her zaman olmasa da biliyorum bazen işte. (Bu arada bu etkinlik şehrin dörtte birini kaplayan aile çay bahçesi gibi bir parkın bir yerinde yapılacak; yeri beğenmediğimden değil canım, ama yağmur tehlikesi var;)

Ee, peki gitmedim de ne yaptım? Sevgili apartman komşumla film izledik: The Boy in the Striped Pajamas. Açıkçası fragmanını bile izlemediğim bir filmdi. O isimden bu sonun geleceğini beklememiştim izlemeden önce. Sonrasında “tabii lan ne sandın, adı sanı gayet açık.” desem de evet çok saf, aklım iki karış havadayken bakındığım oluyor etrafa. Çocuğun meraklısı, büyük kaşif Bruno, çok üzdün beni gece gece.. Kimlerin görüp de keşfedemediğini keşfettin. Taşsız, sopasız, silahsız savaş anlattılar, içimi burktular (çok sığım ben galiba, hmm..) O değil de, ben şu Ennio Morricone biraderin müziklerini üstlendiği İtalyan yapımı Escalation filmini bulamadım. Aylardır bakıyorum belki nete düşer eder diye, yok da yok lanet. Bulan eden olursa sevabına haber verin. Ha, neden o film? Dies Irae, Dies Irae ilahisini bu film için çok güzel yorumlamış üstatlar; youtube’da gördüm, konusunu da okuyunca içim ısındı.

Tanrım, ders çalışmam lazım! Sınavlarım Temmuz’da ve bu yaz hiç bitmezmiş gibi geliyor. Sunumlar ve ödevler birikecek, düşünmek bile istemiyorum. Şimdi kaçmak en iyisi; hem sabah taze beynimle! önce evi toparlar sonra da boş günüm olmasını kutlarım. Başarabilirsem amacım, okumaya yarın başlayacağım romanıma odaklanmak.

Gute Nacht; ich gehe ins Bett. (benden bu kadar diyalog çıkar, gitsem ölürdü o çocuklar bendeki bu Almancayla; şükretsinler o partiyi mahvetmemişim :p )

Not: Fotoğraf flickr'da redrickshaw isimli kullanıcınındır. Oyuncağım olsa, ben de böyle bir şey yapmak isterdim :p

27 Nisan 2010 Salı

minik minik kukuleta

"mine:
yotsubaaa*
kadın
ordamısın
bi yarım saate
gelicem
bişey sorcam
buralrdaysan
üç kere kafanı vur
nereye olduğunu da mı ben söylüycem
canım
biraz inisiyatif
yahu
Yotsuba& (23:39):
salakkk
Yotsuba& (23:40):
bunu bloguma yazmayan ajdar olsun!"

Beni msn'de bulamayan Mine'nin, kendi kendine konuşmaları :D Tüm dilbilgisi hatalarıyla beraber, açık bir şekilde. Başka yerde yok :p
(Evet, yotsuba benim; burada Yotsubato sevgimden bahsetmemişim. Hepsi gelecek, sırayla.)

20 Nisan 2010 Salı

The Girl From Ipanema Original US Version

Bu da şu saatlerde evinde yemek pişiren Mine'ye mutfak hediyesi :)

yaz döneminin ilk günü

Dün okulumun yaz dönemi başladı. Gerçekten de yaz dönemi. Nisanda yeni sömestıra girmek... Dün ilk günümdü okulda ve öğlen Almanca sınıfına gidip sonra bölüm dersime gittim. Almanca sınıfına yeni tipler gelmiş Meksika ve Brezilya’dan. Bir adet Meksikalı oğlan ile 2 adet Brezilyalı uşak ve 1 kız var. Kızda Gisele Bündchen ya da Adriana Lima tipi yok –olması da gerekmiyor, o kendine özgü bir kız- ama minyon tipli çok tatlı bir Latin kızı. Yüzlerinde pozitif ifade olan insanları seviyorum, hemen kanım kaynıyor ama bu ifade yoksa da seviyorumJ Diğer çocuklar da sarı falan. Bunların dedesi hep sömürgeciydi demek istiyorum. Saç rengine bakayım sana dedeni söyleyeyim evladım gibi bir durum oldu. Almanca hocası ise “hadi kaynaşıp kardeş olun” diyip bize abuk subuk bir hafıza oyunu oynattı. Zaten 2 aydır dersten uzakken bildiğimi de unutmuşum, ölüm gibiydi. Sonrasında bölüm dersim de iptal olunca alışveriş sonrası bir güzel gelip yattım :D

Hala çok yorgunum çünkü geçen pazartesi (12 Nisan) günü 3 arkadaşımla Budapeşte-Viyana-Prag gezisine çıktım ve altı gün süründüm. Ayrıca kesinlikle inanıyorum ki insan insanı yolculukta iyi tanıyormuş; ama bunun ayrıntılarını Perşembe günü sunumumu yapmanın keyfiyle o akşama yazacağım, inşallah :D

Bugün ise dersim yoktu pinekledim yine ve yeniden.

Şimdilik ışık ve sevgiyle!

11 Nisan 2010 Pazar

Senin Duymanı İstemiyorum

Emre Aydın! Duymak isteme, sen duymasan da olur. Efendi efendi yap işini, elalemin şarkılarına el atma. Sevenin var diye ağır konuşmuyorum ama ben senden hoşlanmıyorum. Emreciğim, bebek gibi yüzün var; sana çemkirmeye kıyamıyorum. Lakin, haddini bileceksin! Habire habire nedir oğlum milletin şarkılarına sulanıyorsun? Bu acı haberi ablamdan aldım, o senin duymana çok sevinmiş ama ben senin Cemali’nin ”Duymak İstiyorum” şarkısını söylemeni istemiyorum.

nö nö nö

Sevgili Neurosys,

Eğer benden ayrılmasaydın bu hafta 3. yılımıza girişimizi kutluyor olacaktık. Bunca zaman boyunca sana gösterdiğim ilgi ve sabrın karşılığını böyle gösterdiğin için teşekkür ederim. Umarım hiç de mümkün görünmese de şu lanet sorunlarından, tükenmek bilmeyen ama benim hayat neşemden çok şey götüren bunalımlarından kurtulur ve “Ben ne aptalmışım; böyle bir hayat yaşamışım!” dersin. Ve lanetler ki ne lanetler yağsın, en iyi arkadaşım olmak zorunda mıydın? Al işte, ben Camel dinliyorum yine; sen de dinle ama sen ağla, ben güleyim dinlerken.


6 Nisan 2010 Salı

Kısa Süreli Eve Dönüş, Latin Keleği ve Minik Keşifler

Herkese tekrar merhaba!

Üşengeçliğim yüzünden bir haftadır tüm yazmak istediklerimi erteliyorum ve de tek tek unutuyorum. Bir haftada neler mi oldu? Hmm, biraz monoton, biraz da bahar esintileriyle taze bir tada bulanmış bir hayat kesitim oldu J

Öncelikle iki haftalık Türkiye tatilimden başlamak istiyorum. Yedi ay sonra eve kısa süreliğine de olsa dönmek gayet huzur vericiydi. Ana kucağı-baba ocağında geçen on iki günden sonra İstanbul’a ablamın yanına gittim ve minik öğrenci şehrime geri döndüm J

Türkiye’deyken hiçbir arkadaşımı aramadım. Hangi birine vakit ayırmam gerekeceğini bilemedim; kafamın şişmesini de istemiyordum. Yazın zaten görüşürüz dedim ki İzmir’e geçmemem de kimseleri görmememde etken. Çoğu arkadaşım başka şehirlerde ya da İzmir’de; hele vize zamanı kimse yoktu ortalıkta. Sadece kadim dostum işini gücünü bırakıp hafta sonu beni görmeye gelmişti. O da bir aksilik çıkmazsa seneye Hollanda yolcusu; değişim öğrenciliğini bir de o yaşasın bakalım. Lanet sırayla herkesi geziyor J

Gelelim benim iptal olan gezi planlarıma. Üç İspanyol arkadaşımla beraber Doğu Avrupa’da azıcık fink atacaktık ama planlarım bu üçlüden ikisinin kalleşlik yapmasıyla son buldu. Bu ikisinden biri ablasıyla tüm Almanya’yı geziyormuş şu an; dönersem organize olamam gibi salak laflar etti. Hayır, bir ay önceden hazırlandık ettik, daha neyin hazırlığını yapacak? Ben de fikren hazırlandım ve iptal olmasından hiç hoşlanmadım. İki numaralı bücür Latin ise İspanya’ya gitmiş ve daha gelmemiş. Eğer bunlar olmasaydı dört kişi olarak yarın yola çıkıyor olacaktık. Ee, peki geriye kalan iki yumurta neden kendileri gidemiyor? Çünkü üç numaralı iyi kalpli İspanyol’un da işi çıktı, on iki günlük bir geziye çıkamam dedi. Onun da düdük bir profesörü var İspanya’daki okulunda; kıza ders seçimleri için verdiği randevu saatinde gelmiyor, kızla netten görüşmüyor, kızı beklemeye alıyor ki araya bitmeyen Paskalya tatili giriyor. Kızcağız da her an haber gelebilir diye yola çıkamıyor. Hatta bu iki mızıkçı Latin gelecek ve gezeceğiz derken bu mağdur İspanyolcan memleketine gitmemiş; ona da çok üzüldüm. Hal böyle olunca bendeniz de memleketten erken döndüğüyle kalıyor ve sinirleniyorum; ama bitmedi.

Umudumu kaybetmedim; henüz öğrenciler şehre akın etmese de iki Japon bir Türk ayarladım ve dört kişi hesaplı yolculuk yapmanın detaylarını bu akşam saat 20.00’da toplanıp konuşacağız. Bu iyi bir gelişme J Bir yandan da demiyor değilim bak bu iş böyle daha hayırlı olacak diye. Türk çocuk zaten iyi, kafa bir uşak. Japon kızlar ise vur kafasına al ekmeğini, çok sessiz ve her şeyden etkilenen-sevinen cici kızlar. Ayrıca bu Uzak Doğu insanlarını yakından tanıyınca çok daha fazla sevdim. Evet, biraz kapalı bir toplum yapıları var ve çok utangaçlar ama aşırı derecede mütevazıler ve bir o kadar da yeniliklere açıklar; yapılan iyiliği ise hiç unutmuyorlar. Benimle mağdur olan İspanyol kız da iyiydi ama diğer ikisiyle 12 gün yollarda perişan bir hayat geçer miydi bilemiyorum. Bu da bardağın dolu tarafı olsun :D

Şimdi gelelim hayatıma anlam katan ufak çaplı keşiflere:

  1. Atatürk Havalimanı’ndan ilk kez uçağa bindim ve hobaaaaa!!! Çok büyük ve bir o kadar da freeshop doluymuş bunu gördüm. D&R’dan aylardır okumadığım bir adet Bant Dergi aldım ve bu mutluluğu ikiye katlamak istercesine “Ulan şu Uykusuz’un son durumu nedir?” dedim. Bant Dergi in, Uykusuz out. Sanki Uykusuz eskiden daha bir coşkuluydu. Yedi ay sonra değişikliğin ne olduğunu çözemedim; zaten çok meraklısı da değildim. Zaten ki zaten, Atatürk Havalimanı’na ulaşım daha kolaymış; sevdim, ablamı da sevindirdim J
  1. Uçakta Bant Dergiyi okumak çok iyi geldi; iyi ki yanıma almışım. Hava zaten bir tuhaftı; sallandık, hopladık, yemek servisi durdu herkes yerine oturdu. Uçakta Panik tadında bir şeyler yaşamayı planlamıştım ama kazasız belasız inmek en iyisi. Ve ödül THY pilotuna gidiyorrr!!!
  1. Bant Dergi de Bant Dergi :D Sağolsunlar beni pek doyurdu Mart-Nisan sayısı. Zaafım olan patatese dair eğlenceli yazıdan beni daha çok cezbeden Travis Louie’yi hayatıma sokmuş olmaları. I Bant, I Travis.
  1. Bant’ın kapağındaki Travis Louie’nin parmaklarından çıkma ucube portredeki adam! Sen benim olmalısın!
  1. Çalkantılı ilişkimin başrol oyuncusu neurosys, Manhunter’ın beni benden alan gizemli müziği This Big Hush’ı hayatıma soktu. Filmi indirdim; henüz izlemedim ama albümü de indirdim, dinledim. Oh dis iz veri nays!
  1. Aynı hiper şarkıyı, “Senin gizemine uyar, al dinle.” diye deli bir arkadaşıma yolladım. O sırada Linguistics çalışan bu sebi, bana dua etti :D Ben cennete gidiyoreee!!!
  1. Bir süre önce Ceylan Ertem ile ilgili bir şeylere bakarken punkreas.org’a denk gelmiştim, ama o günden beri sitenin ismini tekrar hatırlayamadığım için tekrar girememiştim. İşte Pazar kahvaltısı hazırlarken kendime, nerden geldiyse aklıma geldi bu isim ve hemen google işbirliğiyle siteyi enseledim. Yaratıcısının elleri dert görmesin, bu güzel siteye eklenmiş olan Primary1 ve Nina Persson düeti olan The Blues masal gibi bir şarkı, dinlemedeyim.
  1. Ayrıcaaaa, modern hayatımın sesi radyo eksen tadında bir radyo buldum. Kendisi Amerikalı ve ismi Indie 103.1. İnternet üzerinden dinleyebiliyorsunuz ve gayet eğlenceli. Lakin gördüm ki Nirvana, Sonic Youth ve Morrissey’i habire çalıp bir haftadır hiç Pearl Jam çalmayarak adam kayırıyorlar. Ne kadar hoş bir radyo olsa da bizim eksen rulessssss!!!

Maddeler işte bu yüzden güzel. Daha rahat yazılıyor, aklına geldikçe sıralıyorsun bağlaç kullanmadan :D şimdilik bu kadar diyelim ve bloga daha çok yazacak sorumluluk sahibi bir çocuk olmamı dileyelim. Bir, iki, üç!

9 Mart 2010 Salı

Ve Kalır 50 Kelimelik Saçmalık

Bitti! Daha yazılması gereken 50 küsür kelimem var ama bu ödevin altından kalkmış olduğuma çok sevindim. Hayatımda yazdığım en kötü makale olduğu hissiyle iki gün içinde hocaya teslim edeceğim. Bir daha da bu kadından ne ders alırım ne de sevmediğim bir şey üzerine oturur makale yazarım. Zaten kısa süreliğine de olsa eve gidecek olmamın heyecanıyla bütün gün gezesim, koşasım, zıplayasım geliyor; dayanamıyorum eve hapsolup ödev yazmaya... Neyse ki biri gitti biri kaldı, mutlu sona yaklaştım :D

O 50 kelimeyi yazacak takatim kalmadı bu gece. Aldım duşumu yatacağım. Güzel uykular ve güzel rüyalar benim de hakkım :)

6 Mart 2010 Cumartesi

Kar Bize Hep Gelsin :)

Yine ve yeniden! Kar.

Aptal drama dersi ödevimle uğraşırken fark etmemişim. Sonra cama bakacağım tuttu işte. Önce buhar sandım, sonra ne bu dedim camın alt kısmındaki beyazlık için. Kar! Daha fazla acı çekmemizi ve hasta olmamızı istemedi ve geldi.

Bir haftasını grip halde yatağında yalnız ve mutsuz geçiren ben neden buna sevindim?

Karı özledim: İzmir’deki öğrencilik hayatım sırasında kara hasret bir ömür geçirdim. Ben kuzeyliyim arkadaş! Belki bir belki iki haftaydı gördüğümüz kar, ama olsun. Üniversite hayatıma kadar o beyaz manzaranın güzelliği ve kar tatilleriyle büyümüştüm. Burada İzmir’e kızmıyorum, herkesin karakteri farklı canım…

Kara alıştım: Kasım ayında kar yağmaya başlayınca korkmadım değil. Arkadaşım “İzmir’den Almanya’nın dağlarına giden kızın dramı” diye hayat hikâyemi sinemaya aktaracaktı. Lakin bünyem eski günlerini kısa sürede hatırladı ve karsız yaşayamaz oldum. Hatta karlar iki hafta önce tamamen eriyince çok üzülmüştüm, bu mini minnacık Alman kentinin tüm masal kenti imajı silinmişti. Geriye ıslak sokaklar ve benim karlarla eriyen hayat neşem kaldı. Hayır, bu durumda hayat neşemi de kaybetmiş oluyorum. Tabi ki film projesi de olması gerektiği gibi geyik olarak kaldı.

Mikroplara ölüm! : Eskiler der hep, kar yağarsa mikroplar ölür, temizlenir vs. Belki de beyaz rengine yükledikleri “temizlik” anlamından dolayı böyle şeyler yayıldı. Bilimsel açıklamasıyla ilgili bir fikrim yok ama doğruymuş gibi davranıyorum, çok sarıyor. Sanırım çok çabuk kanıksadığımdan olsa gerek, karsız hayata da çabuk alıştım ama o yalancı güneş beni hasta etti. Her gün odama vurdu ısrarla ve koşarak çıkmak istedim. Her seferinde de yüzüme vuran buz gibi rüzgârla karşılaştım. Bir de bu var, kar yağınca hava daha yumuşak oluyor, karın soğuğu ayrı tabii ama güzel olduğu için affettiriyor. Altyapı da sağlam, şehirde facia yaşanmıyor. Böyle bir durumda tabi ki gelsin yağsın başımızın üstünde yeri var ulu kar kraliçesinin.

İskandinavlar ve Aynı Enlemleri Paylaşan Diğerleri: Kar yağınca bazı kuzeyli müzisyenlerden çıkma bazı şarkılar daha bir güzel geliyor. Tamam, bu benim uydurmam ama hissettim ve yazdım. Sözlerden bağımsız bir adet Pagan Poetry gelsin benden herkese.


3 Mart 2010 Çarşamba

Damon and Naomi: Song to the Siren

Lastfm'in Belle and Sebastian'a yakın bulup bana önerdiği bu güzide grup hayatıma girdiği günden beri bana sükunet dolu günler yaşatıyor. Özellikle geceleri dinlendiğinde büyülü bir ortam yaratma gücüne sahip olan sevgili Naomi ablacığım ile Damon ağabeyciğim, olayı daha da mistik kılmak istercesine soyu rahmetli Tim Buckley amcamın "Song to the Siren" şarkısını seslendirmiş. Maalesef bu versiyonu Tim'in versiyondan daha çok seviyorum. Vurun kahpeye diyip de beni cezalandırmadan önce dinleyin, sevmezseniz sevmedim diyin. Ne vuruyonuz!

Sana Isınamadım Drama Hocası

Sevgili Drama Hocası,

Seni sevmiyorum, sevemiyorum. Çok çabaladım ama dersin çok sıkıcıydı. Her ne kadar saç kesimin sana yakışsa da tavırların iticiydi. Ayrıca uzun yıllar İngiltere’de kalmış olabilirsin; lakin ne yalan söyleyeyim, Alman aksanın İngiliz aksanını baltalıyor bazen; ne dediğin anlaşılmıyor, sadece tükürüyor gibi gözüküyorsun.

Bana bak kadın! Marshall’a psikolojik baskı yapmayı bırak! Çocuk ABD’den gelmiş olabilir ama sırf bir adet Native Speaker’dan aksan duyacaksın diye çocuğa olur olmadık sorular sorma. O mütevazi ve çekingen bir çocuk, seni kırmayıp bir şeyler geveliyor ama mahçup oluyor anlamsız şeyleri sıraladığında. Kendisine olan saygısını yitirme sebebi sensin! Sen ve çok bilmiş o Rus kız. Gerçi Rus kızın patavatsızlığına şahit olmadım ama sağlam kaynak söyledi, bu yeterli. Bırakın o çocuğu, sadece dinlesin.

Zaten ne desin o çocuk sana! O oyunlar ne oluyor, okuttuğun o oyunlar? Mahalle tiyatrosunda oynanan 5. kalitede oyunlar onlar. Çok kültürlü toplumlardaki göçmenleri iplemediğini biliyorum, hiç yamuk ağızla cevap verme. Zaten ödev yazın diyorsun, sinirlerimi bozuyorsun. Kaynak yok be kadın! İki üç gazete yazısıyla tez mi bulup savunacağım ha? Söyle bana, çok bilmiş! Sen tabi küçük kedi yoldaşlarımızın yapıp da toprağa gömdüğü şeyler gibi paraya sahipsin cebinde, habire İngiltere’ye gidip oyun izleyebiliyorsun ama İngilizlerin bile iplemediği oyunları çok kültürlüyüm ayağına okutma bize.

Kızıyorum sana, hem de çok… Sen ne öğrettin bize? Ver oyunu, konuştur üç adam, sal sınıfı… Utan yahu, öğrencilerinden utan artık. Bak Barbara’ya, herkesin birbirine Fransız olduğu bir ortamı nasıl şenlendirdi, nasıl tartışma için gruplara ayırdı bizi de kardeşliği, fikir alış verişini öğrendik? O Barbara kızcağız daha 30una varmamış bir doktora öğrencisi ama üstüne görev olmayan şeyleri de anlatıyor. Zaten sınıfta herkes Introduction to Novel dersini küçük bir öğrenciyken almış ama o bize teorileri tekrardan özet geçip, işlediğimiz deli bozması adamın romanlarında kullanmamız için yardımcı oluyor. Diğer yandan bize Yılbaşında iki çeşit kek yaptı ve son derse de pastaneden Alman pastası aldı getirdi. Neden mi? O pozitif bir insan, öğrenmeyi ve öğretmeyi seviyor. Sınıfta anlatmadığı bir şeyi araştırıp gittiğimizde gözlerindeki sevinç ışığıyla bizi yüreklendiriyor, bize bilgi paylaştığımız için teşekkür ediyor. Onu seviyorum dramacı profesör. Sen prof. oldun ama bir doktora öğrencisi gibi genç yüreklere inmeyi beceremiyorsun ki bu genç yaşta olmakla alakalı değil, insan olmakla alakalı.

Ama sana insan değilsin demeyeceğim. Derste okuttuğun güzel şeyler de var ama bence verdiğin 21st c. British Drama’da düzeltmen gereken çok şey var be Anjacığım. Bir kere benim gibi modern drama dersi almadan senin sınıfına düşmüş gariban lisanslıları, sınıfımda neden eğitim gördüğüne anlam veremediğim bir avuç master öğrencisiyle bir tutuyorsun. Bunu yapıyorsun ya, sana hiç iyi bakamıyorum o zamanlarda.

Biliyorum sen de bana ısınamadın. Diğer on dokuz kişiden on dördüne ısınamadığın gibi. Bayıldığımız bir insan değilsin, sınıfın %75’i dersi versek de kurtulsak derdinde. Önemli olan öğretmek Anja, neden bunu anlamıyorsun? Sen o sınıftaki bilgiye aç gençlere bir şey sunamadıktan sonra sahip olduğun bilgiye biz tırt diyoruz. Bilgi saklayanı sevmem, saklamaya teşvik edeni de çöpe atarız. Evet Anja, çok kibar insanlar değiliz.

Diğer yandan Anja, öyle bir kasmışsın ki CV’in pek dolu, pek sevdim. Ama dediğim üzere lütfen, lütfen… Anladın sen.

Anjacığım, çok da kötü bir insan olduğuna inanmak istemiyorum. Ödev taslağımı sunmaya geldiğim gün, tüm dönem boyunca gösterdiğin mahkeme duvarı suratını benden esirgemiş ve taslağımda değişiklikler yapmama güler bir yüzle yardımcı olmuştun. Seni nerdeyse sevecektim, ama Anja, bana o virüsü bulaştırmayacaktın. Yanımda hapşırmayacaktın. Bu bana yalnız ve hasta geçen 1 haftalık kayıba neden oldu. Şimdi bu ödevleri nasıl yetiştireceğim diye takla atıyorum ama yetişmiyor.

Anja sana öfkeliyim ama senden nefret etmiyorum. Evet, seni sevmiyorum ama sevginin karşıtının nefret değil kayıtsızlık olduğunu öğreneli yıllar oldu. Peki seni neden sevemedim Anyoş? Neden olsun ayol Anja, ben takıntılı bir insanım. Beynim senin yüzünden daha çok fosfor tüketiyor.

Türkçe bilmeni ve şu yazdıklarımı bana not verdikten sonra okumanı isterdim. Notları çoktan verdiğin için değiştiremeyip olduğun yerde kalacaktın ve ben sana “ne haber Anjaaa!!” diyecektim. Ama olmadı, bekleyemedim, öfkemi erkenden kusuverdim.

Ayrıca gördüğüm tek gıcık Anja’sın. Diğer Anja denen kız çok iyi lan, tüüh sana!

Bis bald!

1 Mart 2010 Pazartesi

"Hiç Olmayan Günlüğe İtiraflar": Kadim Dost, Tarhana Kokulu Öpücük ve Hasta Çorbası Motiflerinin Eserdeki İşlevleri

Sevgili Günlük,

Günlük mü? Evet evet, belki de sen benim hiç olmayan günlüğümsün ve anlattıklarımı dinlemen çok duygulandırıyor beni günlük. Ayrıca seni annem misali bana gözükmeden okuyanlar da olacak. Evet, ergen günlerime geri döndüm şimdi, negzel :p

Lanet bir haftayı daha geride bıraktım ama talihsizlikler zıplayarak geliyor peşimden. Ödev yazmam gereken hafta hasta oldum, bir hafta grip yattım, evde kendi çorbamı kendim yaptım. Dün ekşisözlükte "yalnızlığın anlaşıldığı anlar" başlığına göz atıyordum, fark ettim ki beni anlatmış kimileri. İşte o an, aslında çok da yalnız olmadığımı hissettim. İlk olarak benim de tecrübe ettiğim hastayken kendi pişirdiğin çorba örneğini pek bir hayatın içinden buldum. İkinci örnek ise içimi parçalayıp beni keder kuyularında merdivensiz bırakan entry idi:

"Eskiden yalnız başına kaldığında yemek yapmaya üşenmene rağmen şimdi gayet yalnızken de uzun uzun yemek yapıyor olmanın asıl nedenini anladığın andır. Yani artık yemeğini paylaşacak biri diye bir kavrama inanmıyor olmandır. Yemekten sonra da kendi kendinle konuşur, kendinle beraber bir film izler, sonra da kendine sarılıp uyursun. haydi iyi sabahlar." (can cekisen sanat, 19.02.10)

Beş ay önce yemek yapmayı bilmeyen ben, artık elimden geldiğince birşeyler kıvırmayı geçti, saatlerini mutfakta geçiriyor. Fakat öyle bir şey var ki ne zaman dinecek bu acı demeden duramıyorum. Yağ kokusu! Nefret ediyorum! Kibrit kutusu kadar mutfağımın kibrit kutusundan da küçük aspiratörü, çıkardığı sesin hakkını verir bir performans sergileyemiyor. Bu yağ kokulu evden de kendimden de iğreniyorum, ıyyy..

Hastalık demişken, şu yardıma ve ilgiye muhtaç halimde beni yalnız bırakmayan Dear Layne Staley, nur içinde yat emi! O muhteşem ötesi sesinin burun sümkürmemi bastırıyor olması beni çok mutlu ediyor. Arkadaş dediğin böyle olmalı. Ölse bile sana hastalığını hissettirmeden seni eğlendirmeli, eğlendirirken düşündürmeli. İşte hemen akabinde düşündüm de Pearl Jam konseri kaçırmıştım ben değil mi? Hem de bu blog bu vesileyle can bulmuştu. Ne diyelim, ben aptallığıma yanarken veda paragrafıma geçeyim.

Gayet hayattan soğumuş, samimiyetsiz kış güneşine aldanmadan marketten evime doğru yürüyordum. Posta kutumu açtım ve ne gördüm? Sevgili kadim dostum bana mektup atmış, gurbetteki arkadaşım sevinsin, memleketten tarhana kokulu öpücükler yollayayım demiş. Mektubu ofiste yazdığı için ofis kokusuyla karışmış bir mektup olsa da o benim beynime tarhana kokulu öpücük olarak kodlandı. Artık nerede bir ofis koklasam tarhana kokulu öpücüğün kodlandığı yer harekete geçecek ve konsepte uygun çağrışımlarda bulunacak. Bu da böyle bir hikayeydi ve sonuna geldi.

Veda paragrafı tarhanayla olmaz. O paragrafa "introduction to veda paragrafı 1" diyorum. Şu an okunan satırlar ise veda paragrafımın organlarını oluşturmakta. Bu organların o tatlı minik mi minik gözle görülmez ama ruhla hissedilir (!) dokucukları hayat bulurken günlerden pazartesi olmuş, saat tam 01:33, kafamda okumam gereken makaleyi okumamamın pişmanlığı, fonda Angry Chair.

Bu sabah uyandığımda daha çok sorumluluk sahibi bir çocuk olacağıma söz veriyorum.
Amen.