31 Ağustos 2010 Salı

Dün gece bir absürd rüya gördüm; ee rüya bu, absürd olur.


Dün gece tuhaf rüyalar gecesiydi. Sürekli uykuya dalıp uyandım ama hiçbir uyanışımda bilincimin tamamen açık olduğunu düşünmüyorum. Rüyalardan hatırladıklarımdan biri, gayet tuhaf tiplerle -ki şu an hepsini ayrıntılı hatırlamıyorum- sınıfta hocanın sınav kağıtlarını okumasını bekliyoruz. Sınıf dediğim benim odam ve herkes bir yere dağılmış, tiplerden biri de okuduğum hikayelerden birinde geçen ufak bir çocukmuş ve ben soruyorum: “Sen burada napıyorsun?”. Onu da geçeyim de başka ne vardı. Hmm.. Mesela kağıtlarımızı okulda sevimli minyon genç bir hocam vardı, o okuyor. Ne işi vardı rüyamda çözemedim :/ Gerçek hayattaki gibi iki sınav kağıdımın olması ise daha da tuhaf. Birine 99, diğerine 68 veriyor hoca. Neyse, ben diyorum: “Ama o 99 verdiğin kağıdım o kadar iyi değil, 68 verdiğini daha çok sevdim. O hak etti o notu.” O da bana diyor ki: “68lik olanı anlamamışsın, 99 olan daha iyi olmuş.” Şu an iki ödev yazmam gerekiyor, akıbetin bu olmamasını dilerim J Tabi sormayacağım “ Ah Tanrım, neden? Neden ben bu rüyaları gördüm?” Sebebi çok basit, ödevlerle yatıp kalkıyorum bu aralar, 5 Eylül’e kadar yetiştirmem lazımJ Zaten ödev yazmasam bu bloga gireceğim yok gibi, tembel ben L

Rüyaların geleceğe dair bilgi vermediğinin ve sadece benim bilinçaltım olduğunun ikinci kanıtı ise sabah sabah tüylerimi ürperten rüyam. Efendim, burada dark side of the dreams başlığını yaşatıyoruz. Ödevlerimden bir tanesi Sylvia Plath ve The Bell Jar (Sırça Fanus) romanı üzerine. Uyandığımda saat sabah 7 gibiydi ve kendi kendime rüyanın bu kısmını unutmasam iyi olur, öncesini hatırlamasam da olur dedim; bunu da hatırlıyorum. Rüyamda, Sylvia Plath de dair çok ilginç kişiliklerin fotoğraflarıyla kolajlar yapmış bir fotoğraf sanatçısının sergisini geziyorum. Derken serginin sahibi sanatçı geliyor, aynı Sylvia Plath! Yüzü falan aynı, sarı ucu içe doğru hafif maşalı, klasik 50’ler kadını tipinde. Koyu kırmızı bir etek ve beyaz bir gömleği var. Bu kadın aslında başka birisi ama Sylvia tipinde. Sonra bir şeylere kızıyor durduğu yerde ve köşeye geçip oturuyor, üzerine beyaz bir örtü örtüp kırmızı eteğini onunla kapamış oluyor. Sonra başlıyor elindeki küçük jileti bıçak gibi kullanarak cinsel organına saplayıp çıkarmaya. Ben çığlıklar atıyorum napıyorsun diye. O sırada işe giden ev ahalisinin uyanmasıyla evde sesler duyup ben de rüyamdan uyandım, ama uyandığımda biraz tüylerim ürpermişti, huzursuzdum.

Bu kısa süreli uyanıştan sonra yine uykuya daldım ama son kez uyandığımda kendi kendime düşündüm: “O neydi öyle?” Zaten zavallı Sylvia’nın denemediği tek intihar yöntemi bu kalmıştı, rüyalarımda da olsa gerçekleşmiş oldu. Buradan duyurmak isterim ki kitabı severek okudum, herhangi bir garezim yok kimseye. Yine de düşünmeden edemedim, şimdi aklıma geldi. Neurosys’nin Begotten de Begotten filmi diye çocuk yaşta (ruhum çocuktu:) Silencer denen o grubun o lanet klibini izlettiğini hatırladım. Gerçi sonuna kadar izleyemedim, çünkü çok korkmuştum; bu Sylvia’nın son intihar girişimi işte o klipteki sahneyi hatırlattı bana. Adam kendisine -o da beyaz örtüye sarılıydı- bıçak sokup çıkarıyordu. O yıllarda izleyemediğim bu klip, bana artık eskisi gibi korkunç dakikalar yaşatmıyor. Üçüncü sayfa haberlerinden çok şey öğrendiğim kanısındayım. Gerçi klipten çok adamın sesiydi beni ürküten, ıyyy :/ Bir de aklıma geldi, Sylvia kefenini mi yırtmaya çalışıyordu, napıyordu acaba?

Açıkla bunu Freud Bey!!!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder